3 Ekim 2014 Cuma

Kim Bu Sorumlular?

   Genel olarak bilim kurgu filmlerini göz önüne alırsak, bu yapıtların gelecek tasavvurunda şirketler her zaman ön plana çıktığını görürüz. Bu filmlerin kahramanları genelde büyük bir şirketin sahibi konumunda oluyorlar. Kahramanlarımızın bu konumuna karşı devlet ise güçsüz ve bu şirkete/kişiye muhtaç durumda bulunuyor. Dediğim özellikler Yarasa Adam, Örümcek Adam ve Demir Adam filmlerinde rahatlıkla görülebilir.
   Geleceğin bu şekilde yorumlanmasının sebebi ise; bütün sosyal sorumluluğun politikacılara ve bürokratlara yüklenmesidir. Öyle ki; şirket sahiplerine hiçbir sosyal sorumluluk yüklenmiyor. Onlar sahip olduğu imkanları toplum adına kullandıkları takdirde, kahraman oluyorlar fakat görevini topluma hizmet etmek olarak belirlemiş insanlar ise genellikle "kahramanlarımızın" önünde engel olarak lanse ediliyor. Hâlbuki sosyal sorumluluk, her bireyde olması gereken bir şeydir ve her bireyin amacı direk topluma hizmet olmalıdır.
 
   Genel olarak özetleyecek olursak, toplum yapısı bir üçgen gibidir. Uç noktada, çok az sayıda olmalarına rağmen yönetenler bulunurken, tabanda ise halk vardır ve sayısı yönetime kıyasla katbekat fazladır. Genel olarak hepimizin hedefi 1 yönünde ilerlemek ve sosyal statümüzü artırmaktır. Bu olması gerekendir ve gayet normaldir. Sorun şudur ki, birey 1 yönünde ilerlerken aklı 2 yönünde ilerlemelidir. Böylelikle birey, yönetimdeki imkanlarını, sosyal sorumluluk çerçevesinde topluma hizmete yönlendirebilsin. Eğer birey hem aklen, hem de statü olarak 1 yönünde ilerlerse, bütün yönetim imkanlarını halkı sömürmek için kullanır.

  
Günümüzde şirket/holding sahiplerine, mirasçılara, kolay yoldan para kazananlara yüklenilmemesinin sebebi, genel algının bireysel mülkten ve statüden topluma karşı sorumluluk beklememesidir. Hiç kimse kendini topluma borçlu hissetmezken, toplumun hakkını arayan, soran kimse de çıkmaz elbet.

   Yazının başlangıcına gelecek olursak, nasıl bürokratların ve politikacıların topluma hizmeti "zaten yapmaları gereken bir şey" ise bütün film kahramanlarımızın da yaptıkları kahramanlıklar da "zaten yapmaları gereken bir şey" oluyor. Her kim, bürokratların ve politikacıların topluma verdiği emeği aşağılıyorsa, bilsinler ki kendileri de topluma onlar kadar sorumlulardır. Ne var ki, bürokratlar ve politikacılar bu sorumluluklarını yerine getirirken; gazeteciler, üniversite öğrencileri, şirket çalışanları ve başkaları ise bu insanları izleyerek eleştirilerde bulunmaktadırlar. Hâlbuki onların topluma verdiği emek, eleştirdikleri insanın emeğine yaklaşamayacak seviyededir.. 

   Bu algı ise sonuç olarak, herkesin toplumu sömürmeye çalıştığı, aynı zamanda herkesin bürokratları ve politikacıları eleştirdiği, topluma hizmet etmeye çalışanların toplumu sömürenler tarafından "hain", "hırsız" , "emperyalist" şeklinde sıfatlandırıldığı bir sisteme götürüyor yani günümüz toplum sistemine.
   Bu distopyatik durumdan çıkılabilmenin yolu ise, kanımca sosyal sorumluluk yönünden bilinçlenmiş birey sayısındaki artıştır.

20 Eylül 2014 Cumartesi

Sorumluluk

   İnsanın, sorumluluğu kadar değeri vardır. Ortalama olarak bakarsak bir insanın sorumluluk çemberi sadece ailesini kapsar. Farklı olan iki durum var: Çemberi daha geniş olanlar ve çemberi daha dar olanlar. Allah katında daha değerli bir insan olma hususunda, sorumluluk çemberimizi genişletmemiz gereklidir. Ya da çemberi çok geniş olan bir kimseye hizmet edilmelidir. Peki bizim sorumluluklarımız ne kadar, biz kendimize ne kadar sorumluluk yüklüyoruz?
   Günümüz dünyası ne yazık ki insanı bireyselleştiriyor. Bundan dolayı insanın sorumluluk çemberi olabildiğince küçülüyor. O kadar küçülüyor ki, aile bireyleri ve arkadaşlar dahi çemberin dışında kalırken içinde ise sadece bireyin kendisi kalıyor. Böylelikle cümlelerimizde "sana ne" ve "bana ne" içeren cümlelerin sayısı gitgide artıyor.
   Pragmatist olmayanımızın kalmadığı bu zamanda bu akımdan olabildiğince kaçmak için yapmamız gereken tek şey millete, ümmete, halka, topluma kısacası insanlara hizmet etmektir. İnsanlara hizmet eden bir kimseye tabi olup, biat edip, o insana hizmet etmek de elbette yapılması gereken en uygun davranıştır.
   Geleceğini yeni yeni planlayan bir genç olarak inanıyorum ki, gelecekte planladığım Süheyp Bilici'yi kendi menfaatlerime göre değil de, diğer insanların menfaatlerine göre belirlemeliyim. Eğer toplumun menfaati sonucunda biat etmem gerekiyorsa biat etmeli, hizmet vermem gerekiyorsa bütün sorumluluğumun bilincinde hizmet vermeliyim. Doğru olan budur, Hak olan budur!

17 Temmuz 2014 Perşembe

Din Düalizmi

   Din elbette bütünsel bir olgudur ve hiçbir şey Din'in gölgesinden kaçamaz. Peki herkeste farklı iz bırakan Din ile herkese eşit emirler verip, hayatımızı düzene sokan Din arasındaki ilişki nasıldır?
   Bu ilişki birey-toplum ilişkisi kadar karmaşıktır. Her ne kadar toplum bireylerden oluşsa da, birey kendi ürettiği topluma bağımlı durumdadır. Burada da aynı tür bir ilişki vardır.

Bireysel Din - Toplumsal Din

   Bireyin kendi dünya görüşünü, Allah'a olan inancını kapsayan bütünsel Din'in parçasına Bireysel Din diyeceğim. Bireysel Din anlayışında tabii ki herkesin Allah inancı, Din algısı, dünya görüşü farklıdır ve bir o kadar da önemlidir. İnsanların birbirine "O senin düşüncendir, saygı duyarım." demeleri gereken konsept buradadır.
   Rahatlıkla anlaşılabileceği gibi Bireysel Din algısı tamamen soyuttur. Bundan dolayı bireyden bireye de rahatlıkla değişebilir.
   Bireyler toplum olmadan, bireyler halinde yaşasaydı Bireysel Din algısı insanların yaşayışı için yeterli olurdu. Lakin bireyler toplum halinde yaşıyorlar. Bireyler toplum halinde yaşayınca bireysel olarak hiç ihtiyaç duymadığımız şeylere ihtiyaç duyuyoruz: Hukuk, adalet, eşitlik, güvenlik gibi... Her şeyi kapsayan, bütünsel Din de elbet bu konuları içine almalıdır. Burada da Din'in toplumsal yönünü ele almamız gerekmektedir. Toplumsal Din, bireylerin toplum içerisinde mutlu ve huzurlu yaşamaları için kurallar belirler. Toplumsal Din algısında ise her şey somuttur, kuralcıdır ve kesindir. 

Bireysel Din x Toplumsal Din

   - Toplumsal Din kuralcıdır. Böylelikle bireyler toplum halinde kaos olmadan yaşayabilirler.
   + Bireysel Din'in ise sınırları ve kuralları yoktur. Toplumsal Din'e zarar vermediği müddetçe bireyler Bireysel Din algılarını yaşayıp, yaşatıp, paylaşabilirler.
   - Toplumsal Din'de niyet, bir başka deyişle Bireysel Din algısı, aranmaz. Bireyin toplumda nasıl davranması gerektiği düzeni koruyan insanlara göre değil, düzeni bozan insanlara göredir. Böylelikle toplumsal yaşamın düzeni bozulmaz. Toplumsal Din algısında herkes düzen bozandır, kötüdür.
   + Bireysel Din algısı, bireyin bireysel yolculuğudur. Beşer ile İnsan arasındaki gidip gelmelerine ışık tutan bölümdür. Böylelikle birey bilinç kazanabilir, sorularına cevap bulabilir.
   - Toplumsal Din algısında ise bir bireyin ne kadar beşer olduğu, ne kadar İnsan olduğu önemsizdir. Çünkü herkesi düzen içindeki yeri üzerinden tanımlar.
   + Bireysel Din algısında birey ilim irfan sahibi olmalı, okumalı, araştırmalıdır.
   - Toplumsal Din algısında ise bireyin toplumun bir ferdi olması yeterlidir. Toplumun her ferdini temsil ettiğinden, toplumsal Din algısının seviyesi yüksek değildir. Çünkü onu her çeşit bireyin anlayıp, biat etmesi gerekmektedir.
   + Bireysel Din algısı bireye üst çıta koyarak, bireyin yükselmesini hedefler.
   - Toplumsal Din algısında ise bireye alt çıta koyarak alçalmasına engel olur.

İslam'da Toplumsal ve Bireysel Din

   İslam'da ise Toplumsal Din algısı ile Bireysel Din algısı birbirinden ayrılmamıştır. Bütünün içinde birbirleriyle bağlanmışlardır. Bireyin Din algısı toplumda adaleti, güvenliği sağlamaya yöneliktir. Bunun sonucunda ise her birey toplumdan, toplumun her ferdinden sorumlu olmaktadır.
   Uygulamada ise bunu daha rahat görüyorum. İslam'da namazın camide kılınması uygundur. Oruç da toplumsal bir ibadettir. İslam'da sadece bir bireyi ilgilendiren hiçbir ibadet bulunmamaktadır. Hepsinde birey ile toplum, Bireysel Din algısı ile Toplumsal Din algısı birbirine kenetlenmiştir.

Günümüz

    Günümüzde ise Toplumsal Din anayasa ve mahkemeler tarafından sağlanmaktadır. Bundan dolayı Din'in toplumsal hayata katkısı yok denecek kadar azdır.
   Böylelikle genel bir algı olarak Din'i sadece kişiden kişiye göre değişebilen bir olgu olarak anlıyoruz. Din'in sadece bireysel yönünü görebiliyoruz. Bundan dolayı artık Din dediğimiz hakikat, artık toplumu zerre miktar etkilemeyen, soyut olarak yanımızda taşıdığımız bir olguya bürünüyor. Ne yazık..!

18 Haziran 2014 Çarşamba

18 Olmak

   On sekiz oldum. Birçok gencin beklediği yaşa nihayet erdim. Elbette hiçbir şey değişmiş değil ancak on sekiz yaşında olmanın bir anlamı olmalı. Aksi taktirde sigara, alkol tüketmek veya oy kullanmak için on sekiz yaş barajı konulmazdı. Peki ne anlama geliyor on sekiz yaşında olmak?
    Reşit olmak demektir ki, devlet benim zihinsel olgunluğa eriştiğimi resmen tanıyor. Öyle ki artık ben resmen doğru ile yanlış arasında seçim yapabiliyor ve bu konuda ebeveynlerime ihtiyaç duymuyorum. Buradaki tutum yeterince büyüdüğümden dolayı alkol, sigara tüketmem veya oy kullanmam değildir. Buradaki tutum  resmi olarak alkol, sigara tüketmenin doğruluğu veya yanlışlığı konusundaki kararıma veya oy kullanırken ki düşüncelerime saygı duyulmasıdır. On sekiz yaşından önceki düşüncelerimin doğruluğu veya yanlışlığı tartışılmadan henüz zihinsel olgunluğa erişmemiş olduğumdan dolayı hiçbir önemi yoktur.
   Öyleyse baraj olarak on sekizin seçilmesi, bireyin on sekiz yaşından sonra hayata atılmasıyla ve bundan dolayı kendi hayatının sorumluluğunu taşımasıyla alakalıdır. Böylelikle topluma katılır ve toplumun bireyi olur. Bundan dolayı o bireyin düşünceleri ve öngörüleri de artık o toplumun bir parçasıdır.

13 Haziran 2014 Cuma

Dua

   Dua, insanın Allah'a direk, aracısız olarak yönelişidir. Bize derlerdi ki, duanın kabul edilmesi için duanın samimi olması lazımmış. Gündelik hayatta yüzlerce kez "İyiyim" diyen bizler acaba ne kadar samimiyiz? Yoksa buradaki samimiyet farklı bir yönden mi algılanmalı?
   Öncelikli olarak duanın kabul edileceğine iman edilmeli. Öyle ki, devam eden olguların değişme ihtimali yoksa veyahut da bu değişiklik Allah'a bağlı değilse dua etmemiz anlamsızdır. Burada insanın inanması gereken ise duası sonucunda bütün evrenin yönünün değişebilme ihtimali olduğudur.
   Oldukça pozitivist bir eğitim sürecinden geçen ben bu gerçekliğe kendimi kaptıramıyordum. Çünkü bahsettiğimiz şey oldukça soyut iken, dua sonucunda oluşacak olgular somut olacaktır. Bundan dolayı bağlantıyı kuramıyordum. Ben bu problemle içinden çıkamazken sağ olsun annem yardımıma koştu. Öğrendim ki, evren en küçük zaman biriminde bir yeniden yaratılıyordu! Öyle ki her canlının hayatı iki nefes arasındadır ve o andan sonra artık iki seçenek vardır: Yaşam ya da ölüm! Artık evren yeniden yaratılmıştır. Bu döngü sonucunda her nefes alışverişimizde evren yıkılıyor ve yeniden yaratılıyor. Burada Allah'ın Hâlik (yoktan var eden) sıfatı direk Rabb (düzenleyen) sıfatı ile bağıntı haline girmiş bulunuyor. Böylelikle artık duamız evrenin gidişatına yön vermekle kalmıyor,evrenin yeniden yaratılışına direk katkıda bulunuyor. İnsan için ne kadar büyük bir lütuf!
    Ne yazık ki, her olgu gibi dua da düalizme kurban gitmiştir. Öyle ki zihnimizde dua sadece ellerimizi açıp Allah'a seslenme anından ibarettir ve bu hususta insanların yaptıkları çalışmaların dua ile yakından ilgisi yoktur! Ne büyük bir yanlıştır bu. Şimdi ben çok isteyeceğim, o kadar çok isteyeceğim ki evrenin yönü değişecek ama ben bu olayın gerçekleşmesi için kılımı kıpırdatmayacağım öyle mi? Bu düşünce algısı insanı fatalizme(kadercilik) iter ve insanı olan biten karşısında pasif duruma düşürür. Burada duadan kastım insanın hem ellerini açıp direk Allah'a seslenmesi hem de bu husus uğruna elinden geldiğince uğraş vermesidir. Gerçek dua budur ve bu iki eylem hiçbir şekilde birbirinden ayrı değildir!
    Duada olması gereken başka bir özellik ise evrenin bir sonraki yaratılışındaki tek etkenin dua olduğunu bilmek. Kast ettiğim şudur: Bilmeliyiz ki, dua etmememiz sonucunda olacağını öngördüğümüz, istediğimiz olay hiçbir şekilde olmayacaktır! Olmuşsa da olmamıştır zaten. Burada Allah'a tam bağımlılık söz konusudur.
    Örnek: Arkadaşlarımla yarın görüşmeyi planlıyorum. Arkadaşa veda ettiğimde "Yarın görüşürüz inşallah" derken farkında olmalıyım ki, eğer ben dua etmezsem arkadaşımla yarın hiçbir şekilde görüşemeyeceğim!

12 Haziran 2014 Perşembe

Avrupalı Olmak

   Nurettin Topçu, Türklerin Avrupa'yı anlayışlarını en güzel şekilde ifade etmiş. Kendimden bir şey katmadan sadece metni iletip sizi Nurettin Topçu'ya yönlendireceğim.

   Amerikan Mektupları - Düşünen Adam Aranızda / Nurettin Topçu, Dergah Yayınları, Sayfa 50-54: 

   Evet, var kuvvetleriyle Avrupa'yı taklit etmişler. Adeta Avrupa'da ne varsa buraya nakletmek istemiş, yanlış anlamışlar... Ne fena kopya etmişler! Öyle ki kendi varlıklarına veda ettikten sonra Avrupa'nın gerçek bünyesiyle de araları dehşetle açılmış. Şimdi onlar ne kendileridir, ne de Avrupalıdırlar. İşte ispat ediyorum:

   Geçenlerde bana kendisinin Avrupalı olduğunu muhakeme ile ispat edeceğini söyleyen bir Türk dostum randevu vermişti. Bir vapur iskelesinde buluşup bu görüşme için şehrin tenha bir köşesine çekilecektik. Lakin dostum randevusuna tam bir saat geç gelebildi ve bir sürü özür dilemekle söze başladı. Kendisine "Bugünkü gezintinin mevzuu olacak mesele halledilmiştir. Gezintimize hiç gerek kalmadı" dedim.

   Dostum hayretle yüzüme bakıyordu. "Öyle ya" diye hayretine cevap verdim. "Avrupalılık her şeyden önce vaktin kıymetini bilmek ve bir dakikasını boş geçirmemektir. Siz benim bir saatime hiç düşünmeden kıydınız. Avrupalılık yine her şeyden önce sözünde durmak, randevusuna vaktinde gelmesini bilmektir. Siz sözünüze hiç kıymet vermediniz. Bana ait ne değerli hakları çiğnediğinizi biliyor musunuz? Siz Avrupalı olamamışsınız!" Dostumun şaşkınlığı büsbütün arttı. Ben devam ettim: "Bakın size söyleyeyim, Avrupalılık daha ne gibi şeylerdir: Usanmadan çalışmak ve çalışmayana hayat hakkı da vermemektir."

   Biz konuşurken dilenciler hiç rahat vermiyorlardı. Sanki bu izzetinefis ve çalışma düşmanları, bizi Avrupa'dan şu anda ayıran mesafenin canlı ölçüleri idiler. Arkadaşım üzülüyordu. Fakat ben onu bugün üzmeye karar vermiştim. Hem de mühendis dostum Paris'te tahsilini yapmıştı. Ama Avrupa'da okuyan pek çok vatandaşları gibi bozulan şarklı ruhun Avrupa'ya götürmüş ve onu hiç düzeltmeden geri getirmişti.

   Beni altı yıl Paris'te elçilik işlerinde bulunmuş, tam on dört sene de Londra'da yaşamış ve Avrupa'yı hakkiyle tanımış bir Amerikalıyım. Bizim Avrupalılardan daha çok şeyler almaya muhtaç olduğumuzu biliyorum. Topraklarımızın çok zengin oluşu bizi ebedi ve insanlık için örnek yapmaya kâfi gelemez. İstanbullu dostuma da kendilerince Avrupa'dan alınması gerekli olan daha birçok şeyleri söylemem lazımdı. Birer birer saydım:

   "Avrupalılık:

  Parasını israf etmeyip kendi kazancı ile yaşamak, hırsızlığa mecbur olmamaktır.

  Kimseye bol keseden ikramlar yapmamak ve kimseden kendinin olmayan bir hak iddiasında bulunmamaktır.

  Kimsenin emeğiyle yaşamaya tenezzül etmemektir. Avrupa'da kadın, erkek, çocuk, çalışabilen herkesin ekmeğini kendi kazanması aç gözlülük değil, namuskârlık eseridir.

  Önceden kontrol edilmiş bir bütçe ile geçinerek başkalarını dolandırmamak ve kadere bağlanmamaktır.

  Başkasından her aldığını vaktinde mutlaka geri vermektir. Hiçbir şeyi çalmamaktır: Vakti, gücü, sıhhati, hissi, huzuru, vicdanı ve parayı, hatta mirası... Hulasa her şeyi sahibine bırakmaktır."

   Arkadaşımda "Biz neyi çalıyoruz sanki? Ben neyi çalıyorum?" demek ister gibi bir heyecanlı karşı gelme hali sezdim. "Dur, anlatayım: Biraz evvel vaktimi çaldınız. Ben ayakta beklemekten yoruldum; gücümü çaldınız. Şimdi bu hallerinize asabileştim ve burada bir saatten beri soğuk aldım; sıhhatimi de çalmış olacaksınız. Mekteplerinizde daha on yaşında, hatta yedi yaşındaki çocuğa, duygusuna asla sahip olamayacakları büyüklükleri sizin yaranmak istediğiniz kimselerde zorla var diye gösteriyor ve erkenden talimleri yaptırıyorsunuz; onların hislerini çalıyorsunuz. Mekteplerinizin yetiştirdiği kız ve erkek gençlere ruhtaki samimiyeti öğretmiyorsunuz. Kendilerinde olmayan karşılıklı bir takım hisleri var diye gösteriyorlar; birbirlerinin hislerini çalıyorlar. Huzuru çalan burada her şey: Sokaklardaki araba ve otomobiller, ayak satıcıları, dilenciler, rozetçiler, vakitsiz particiler. Şu vapurun kamarasındaki gazetecilere bakın. Sinirleri bozan sesleriyle şu bin kişinin başına her biri bir beladır. Ama bunlar birbirlerine bela olmaya öyle alışmışlardır ki hiç birbirlerine ses çıkarmıyorlar. Zira içlerinde başka zaman o gazetecilerin de başına bela olacaklar vardır..."

    "Vicdanın çalınması; bilirsiniz ki,  inanmadığımız, kabul etmediğimiz hususlarda, reyimizin zorla elimizden alınması veya bizim hesabımıza haksız yere kullanılmasıdır. İnanmadığımız fikirleri bize zorla mal etmek, mesela inanmadıklarımızı genç bir nesle okutmaya mecbur etmektir. Sevmediğimizin huzurunda secdeye bizi mahkûm etmektir. Sizin içinizden biri, daha kalabalık ve kabadayı bir zümrenin hoşuna gitmeyen bir işi yaparsa onun üzerine atılmıyorlar mı?.."

   "Para çalmak meselesine gelince; bu işte geceleri evden çalan hırsızlar hele bir tarafta kalsın, izniniz ve arzunuz olmadan sizden alınan paraları düşünün; dolandırıcılığın türlü çeşitlerinden başka zaruri ianeler, kanunsuz para almalar, esnafın alışverişteki pazarlık sanatı ve bu sanatın gayesi, hava paraları, rüşvetler, hediyeler, bahşişler nihayet hak sahibinin hakkını alamaması hırsızlık değil de nedir?"

   "Miras çalmanın da türlü şekilleri var: Kocanın malını karısına bağışlama veya hileli satma dalavereleri hep Şarka ait zekâ eserleridir ve bunların hepsi hırsızlıktır!"

   Dostumun sabrını israfa mecburdum. Avrupalı olduğunu ispat için bugün söz sahibi o olacak yerde ben olmuştum. O besbelli bana Avrupalı olduğunu ispata medar olsun diye iyi giyinmiş ve gelirken tıraş olmuştu. Kaybettiği zamanın sebebi de belki bu olmuştu. Lakin o şimdi pek mahcuptu. Ona âlimin cübbe ile âlim olamayacağını anlatmanın tam zamanı idi. Telkinlerime devam ettim. Zavallı dostum sanki utancından ölmüştü:

   "...Avrupa, hürmetin kıyafete değil, meziyete yapıldığı yerdir ve Avrupalılık, büyük adamı kıyafetiyle değil, kalp ve ahlakı ile tanımaktır. Evet, yine Avrupalılık:

  Kendi evinin önünü temiz tutmaktır ve başkasının evinin önüne de çirkef atmamaktır.

  Dostlarına karşı zekâsını değil, kalbini kullanmaktır.

  Vicdanı ve kanaati hilafına rey vermemektir.

  Başkalarının vicdanına kontrol hakkına sahip olmamaktır. İnsanın kadir ve kıymetinin tanınması, insanın insana kul olmamasıdır.

  Kendi milletinin mazisine küfretmemektir.

  Her başa geçeni mutlaka alkışlamamak ve asla alkışlatmamaktır. İbret alınacak hadiselere bakarak kendine gelmesini bilmektir.

  Bilenin üstte, bilmeyenin altta bulunmasıdır."

   Karşımda sabrını, izzetinefsini mahvolmuş gördüğüm dostum bana öyle geliyordu ki şu anda değil sadece Avrupa'yı, hemen hiçbir şeyi bilmez bir haldedir. Haline acıdım. Sözlerimin sona geldiğini kendisine temin ettim. Dedim ki: "Son sözlerim: Siz ilmi tersinden almışsınız, aklınızı da tersine kullanıyorsunuz. İşte misalleri:

   Avrupa'da küçük çocuk yetiştirirken, bir kapıyı açmasını öğretmekle başlıyorlar. Sonra alim yetiştiriyorlar. Siz beşikte iken oğlum büyük adam olacak diye büyük adamlıktan başlatıyor ve az sonra sokak kapısından dışarı atıyorsunuz. Onlar da işte böyle büyük adamlıktan başlıyor, tımarhanede veya içki sokaklarında bitiriyorlar.

   Siz evlerinizde yerlere halı seriyor ve sokaklarınızı pislikle dolduruyorsunuz. Evden içeri girerken potinler çıkıyor; buna temizlik diyorsunuz. Avrupalılar sokaklarını temizliyor ve evlerine temiz potinleriyle giriyorlar; buna temizlik diyorlar.

   Sizde ilim, insanların hem ahlakını, hem aklını bozmaya yarıyor. Sizin köylünüz münevverinizden daha akıllı ve daha ahlaklıdır. Avrupa'da ilim, akıllı ve ahlaklı yapar. Köylü çok geridir, münevver ileri adamdır.

   Köylüye güvenilmez, inanılmaz; münevvere hem güvenilir, hem inanılır. Sizde iş aksinedir..."

   Dostum Avrupalı olmadığına inanmıştı. İlk fırsatta geçen bir tramvaya atlayıp kaçmaya hazırlanıyordu. Dedim ki: "Acele etme, bir taksi tutarsın. Bütçen o kadar muntazam değildir. Söyleyeceğim birkaç söz kaldı:

   Avrupa'dan aldığınız insanlığa musibet getirici şeyler de az değildir. Avrupa'dan fena, fakat alınması kolay ne varsa onları da hep almışsınız: Fabrika, otomobil, tırnak boyası, dans, frenkçe kelimeler, piyango, takızaferler, vesaire vesaire...

   Avrupa'dan alınması lazım olan değerlerine ait şüphesiz ki sizin de birçok bilginiz var. Lakin bunları ilk mektep çocuklarına olsun anlatıyor musunuz? Mademki öğretmiyorsunuz, o halde kurtuluşunuzu neden bekliyorsunuz?

   Dostum, emin ol ki bu kurtuluş yolu, Avrupa'nın iyi şeylerini kapıp kaçırma gibi şuursuz bir taklit ile de bulunmaz. Evvela kendi benliğinizi bulacak, benliğinize bürüneceksiniz. Sonra onun işleme safhasında Avrupa'dan bu işe elverişli olan ve insandan emek bekleyen iyi şeyleri alacak, benliğinizde eritecek, kaynaştıracaksınız. Her şeyden evvel kaybettiğiniz benliğinizi bulmanız lazım...

Hareket II / 21 Kasım 1948

11 Haziran 2014 Çarşamba

Tamirci Çırağı

   Bu şarkıyı ne zaman dinlesem tüyleri diken diken oluyor. Bu dünyada haksızlığa uğramış insanlar için beslediğim ilk adalet hissiyatı bu şarkıyla başlamıştı. Öyle bir şarkı ki Marx'ın, Hegel'in, Sartre'nin bütün toplumsal çöümlemelerini içinde barındırıyor. Hem de bilgi ile değil, bilakis tamirci çırağının içinden görüyoruz yaşadığı ayrımcılığı, pozisyonundan utanışını.
   "Elleri ak yumuk yumuk ojeli tırnakları, nerelere gizlesin şu avucun nasırları" diyor tamirci çırağı. Hiç bir emek zayi etmeden babasının parasını yiyen kızdan avucundaki nasırlar dolayısıyla utanıyor. Utanıyor çünkü o kendi elinin emeğini yiyor, utanıyor çünkü onun babası zengin değil.
   "Ustam seslendi uzaktan oğlum al takımları" dizesini Cem Karaca öyle bir seslendirmiş ki, tamirci çırağının real dünyaya adeta beton bir duvara toslar gibi toslamasını hissedebiliyorum.
   "Ustama dedim ki giymeyim tulumları"... İşte burası şarkının beni benden alan parçası. Öyle ki çırak hayatından utanıyor. Yani bu avucundaki nasırları saklamaktan öte bir şey, bu tamamen eziklik duygusu. Sağ olsun Cem Karaca yine burada bu gencin feryadını yen güzel şekilde sunmuş.
   "Durdu zaman, durdu Dünya, girdi içeri kapıdan"... Bu ne büyük bir aşk! Artık burada çırağımız için zaman, mekan hiçbir şekilde önemli değildir, sadece o önemlidir. Çırak zengin kızcağımız için nefes alırken, onun için yaşarken yapabildiği tek şey: " Öylece bakakaldım, gözümü ayırmadan"
    Kıza bu denli aşık gencimiz, hayatının en büyük anını yaşarken, ki hakikati zengin kızda görüyor ve bir nevi Allah'ın güzeliğinin zengin kızda şekil almış haline aşık oluyor, zengin kızın ufak bir sorusuyla bütün dünyası yıkılıyor: "Kalktı hilal kaşları sordu: Kim bu serseri?"
    Bitti. Artık tamirci çırağının hayatı un ufak oldu, parçalandı, mahvoldu! Neden? Çünkü tamirci çırağı idi. Ustasına bakarsak onun da bu yollardan geçtiğini görüyoruz. Ama o bu zalim ve insana beş kuruş değer vermeyen bu dünyada o ne olduğunu (daha doğrusu ne olmadığını) çoktan kabullenmiş: İşçisin sen, işçi kal!
    Bilmiyorum ben mi fazla değer veriyorum ama, ben bu şarkıdan gerçekten çok etkileniyorum. İnanıyorum ki hiç bir sosyolog, bu insanların gerçekten neler hissettiğini, neler yaşadığını bu şarkı kadar içten ve kalplerde bu denli iz bırakır şekilde açıklayamacaktır. İşte burada sanatın değerini yeniden keşfediyorum.

Bütünsel Tevhid - Parçalayıcı Şirk

   Şeytan neden şeytandır? Acaba şeytan, şeytan olduğundan dolayı mı şeytandır yoksa onu şeytan yapan başka şeyler de mi vardır? Peki biz ne yaptığımızda şeytanlaşıyoruz?
   Gelelim Yaratılış Kıssası'na. Şeytan Allah'ın emrine karşı çıkıp Adem'e secde etmiyor ve kendince ürettiği mantıksal çözümleme sonucunda Allah'ın huzurundan kovuluyor. Peki şeytan Adem'e secde etmeyerek ne yaptı? Onun bozduğu şey nedir?
   Düzen. Evet şeytan Allah'ın kurduğu sisteme kendince mantıksal nedenlerle karşı çıktı. Şirk de böyledir. Tevhid bütünsel bir bakış açısı olarak her olguyu yerli yerine oturturken, şirk ise bir olguyu olması gereken yerden alıkoyup, onu ilahi düzende olması gereken yerden ayrı bir yere koyuyor.  Şeytan da aynısını yapıyor aslında. İlahi düzende Adem'e secde etmesi gerekirken şeytan, kendi küçük aklıyla olması gerekeni uygulamıyor ve kendini Adem'den üstün görüyor. İşte bütün olay burada bitiyor.
   Peki tevhidi dünyagörüşü nasıl sağlanmalı? Eğer biz, ilahi düzenin ne olduğunu bilseydik, tabi ki buna göre davranırdık. Günümüz dünyayı ilahi düzene götürmek için gerekli olan altyapı, yani tevhidi dünyagörüşü, nasıl kurulabilir?
   Tevhidi dünyagörüşü her şeyin Allah'tan geldiğini bilen, bundan dolayı hiçbir şeyi kötülemediği gibi her şeyin yerini ve zamanını doğru ayarlamaya çalışan bir zihindir. Bu ancak bütünsel bakılarak elde edilebilecek bir durumdur. Öyle ki insan bulunduğu ortamın nasıl olduğunu ancak bütünün içerisindeki yeri görerek kavrayabilir. Bundan dolayı öncelikli olarak insan bütünsel bakmalı, ardından olgunun bu bütünün içerisindeki yerini belirlemelidir. Bu belirlemeyi sağlayan zihinsel altyapı ise tevhidi dünyagörüşüdür.
   Bütünsel bakmaktan kastım bir tepeye çıkıp aşağı bakmak değildir elbette. Burada söz konusu olan insanın zaman ve mekan parametrelerini yükseltmesidir. Bir nevi tarih -bahsettiğim tarih savaş ve güç tarihi değildir- bilmesidir. Böylelikle insan, bundan öncekilerinin hayatına bakıp, bütünsel bir bakış açısı yakalayabilir.
   Tevhidi dünyagörüşü elbette kendini en iyi amelde temsil eder. Böylelikle tevhidi dünyagörüşüne sahip İnsanın davranışları, eylemleri, amelleri tabiata -yani Allah'ın kurduğu düzene - karşı olmamalıdır. Bu İnsan tabita karşı iş yapmaksızın, kendini tabiatın akışına bırakmalıdır.
   Özetleyecek olursam, tevhidi dünyagörüşü bütün parçaları birbirine bağlayan, her olgunun bir yerinin olduğu bütünsel bir dünyagörüşü iken şirk bu parçaların bağını kesmek veya yerlerini değiştirmektir. Bundan dolayı bize düşen ise tabiatla uyum içerisinde yaşarken, bütünsel bir bakış açısı yakalamaktır.

30 Mayıs 2014 Cuma

Beşer - Din - İnsan

    Ademoğlu'nun beşerden İnsan'a olan yolculuğu oldukça soyut. Peki bu yolculuk yaşadığımız fani dünyada neye takabül ediyor? Neye tekabül etmeli?
    Din'i tanımlamak gerekirse: Din, bireyin yaşamını Tanrı'ya göre belirlemesidir. Burada Din, insanın dizi parçalana kadar ibadet etmesidir, tanımı uygulanmamıştır. Gayet basit bir şekilde, bireyin yaşamını Allah'ın emri altında yaşamasıdır. Bu yaşayış tarzı soyut bir duruma yol açmamakla birlikte, her bireyin anlayabileceği kadar basit ve gündelik hayattandır. Ama bu o kadar da kolay bir şey değildir.
   Şimdi bakınca insanlaşmak, buzdağının görünmeyen tarafına itafen buzdağının görünen kısmında yaşamak idi. Din, bireyin yaptığı her davranışta Allah'ı düşünmesiyle onu her zaman insanlaştırır aynı zamanda. Din burada beşerin insanlaşma yolculuğundaki yolu aydınlatan ilahi bir fener oluyor. Bundan dolayı Din hiçbir şekilde soyut ve bu dünyadan uzak kabul edilmemelidir, hatta ve hatta Din fani dünyayı esas alır. Öyle ki, kimin ne olduğu bu dünyadaki yaptıklarıyla bellidir.
   Peki burada İnsan'a ne düşüyor? İnsan'a düşen iki tür sorumluluk vardır: Bireysel sorumluluk ve toplumsal sorumluluk.
   İnsan'ın bireysel sorumluluğu hakkında Bilinç başlıklı yazımda bahsetmiştim. Burada beşerin insanlaşıp, ilahi bir dünyagörüşüne sahip olması bir lütuftur. Burada İnsan'a düşen görev ise bu dünyagörüşünü sürekli olarak tazelemesi ve bu yönde ilim ve irfan sahibi olmasıdır.
   İnsanın toplumsal sorumluluğu ise Din'in gereği olarak bu algısını gündelik hayatına taşımasıdır. Zulüm gördüğü yerde mazlumu savunması, haksızlığı görmezden gelmemesidir İnsan'a düşen toplumsal görev. Gördüğü yanlışı düzeltmeli, beşerlere insanlaşma yönünde yardımlar yapmalıdır. Ona lütfedilen bu hikmeti kendine saklamamalı, bunu topluma açmalıdır.

27 Mayıs 2014 Salı

BİLİNÇ

   Ademoğlu başlıklı yazımda İnsan ile Beşer arasındaki farkı belirtmiş, bugünkü toplumun beşerleşme probleminden bahsetmiştim. Peki birey, yaşamsal ihtiyaçlarını karşıladıktan hemen sonra İnsan mı olur? Hayır. Bu noktada beşerin insanlaşabilmesi için bilinçlenmesi gereklidir.
   Dünyevi hayatı bir buzdağı olarak betimleyebiliriz. Buzdağı, beşeri hayatın temellendiği mekandır. Öyle ki beşerler, buzdağında olup bitene bakarlar ve gerisi onların umrunda olmaz. Ama beşer, buzdağını aşar, buzdağına doyar ve böylelikle buzdağını sorgulamaya başlarsa insanlaşmaya başlar. Buzdağını alt ettikten sonra buzdağını sorgulayarak, buzdağının görünmeyen (ve görünmeyecek olan) kısmını araştırır. Buzdağının görünmeyen kısmına ait bulduğu her çıkarım onun buzdağına bakış açısını ve buzdağındaki yaşamını etkilemeye başlar.Öyle ki, buzdağına her baktığında, buzdağının görünmeyen kısmı aklına gelir ve artık buzdağını, buzdağının görünmeyen kısmı üzerinden betimlemeye başlar. Buzdağına karşı oluşan bu yeni bakış açısı onun bilinçlediğinin göstergesidir. Yani beşer, insanlaşmıştır.
   Verdiğim örnekten de anlaşılabileceği gibi, İnsan olabilmek için bilinç şarttır. Beşer o buzdağının üstüne yüzlerce gökdelen dikse de, orası yine buzdağının görünen kısmında olacaktır.Bu gökdelenlerin büyük, yüce, ulu olan buzdağının görünmeyen kısmı ile ilişkisi olmadığından, gökdelen diken bireyin ilk beşerden farkı kalmayacaktır. Çünkü ikisi de buzdağının görünmeyen kısmı konusunda bilinçlenmemişlerdir. Bilinç ki beşeri İnsan yapansa, o zaman bu iki bireyin de beşer oldukları açıktır, yani bu bireyler dünyevi hayat yaşayıp yemelerine,içmelerine bakarlar.
   İşin İslami boyutuna baktığımda çok şaşırdım.Sordum kendime: Neden abdest almadan,namaz kılmadan önce niyet ediyoruz, neden helal bir işe başlarken besmele çekmeliyiz? Bunu sadece bir ritüel olarak gören ben, şu an şaşkınlığımı gizleyemiyorum. Eğer ki biz;  ne söylediğimizi bilerek ve düşünerek niyet edersek, bütün bu ritüel esnasında müthiş bir şekilde bilinçlenmiş oluyoruz. Öyle ki abdest almadan, namaz kılmadan ve hayırlı bir iş yapmadan önce sürekli Allah'ın rızasını amacıyla yaptığımızı belirtiyoruz. Yani İslam'ın bize aşıladığı bilinç, hayatımızı Allah rızası için sürdürmek. Böyle bir ritüelde ne kadar yüce bir anlam gizliymiş! Demek ki ben, bana söylenen bu ritüellere bilinçli bir şekilde uyarsam, müthiş bir bilinç kazanmış olacağım. Öyle bir bilinç ki, görünmeyen buzdağı kısmını sonsuzlaştıran ve olabilecek en yüce haline getiren bir bilinç. İlahi bir bilinç!
   Bilinç, bireyin insanlaşmasında gereklidir. Ama birey hep İnsan kalamaz, fani dünya onu sürekli kendine çeker ve böylelikle birey acıkır, susar. Bu ihtiyaçları giderdikten sonra bireyin tekrar insanlaşabilmesi için tekrardan bilinçlenmesi mecburidir. Bundan dolayı gün içerisinde inanamayacağımız kadar çok niyet tazelememiz gerekmektedir, çünkü her nefes alışımızda beşerileşiyoruz. Hz. Ömer demiştir ki: "Ben savaşmaktan yorulmadım bilakis hergün niyet tazelemekten yoruldum." Şimdi görüyorum ki, namazda bile, her iki rekatta bir Kelime-i Şehadet getiriyoruz. Öyle ki; beşer, en çok namazda insanileşme fırsatı bulmasına rağmen... 
   Demek ki diğer zamanlarda ne kadar İnsan kalabiliyoruz?

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Varlık Felsefesİ

   Varlık felsefesi her zaman ilgimi çekmiştir. Çok büyük bir düşüncedir, sorudur "Varlık var mı?" sorusu. Soru ne kadar basit kurulsa da arkasında sakladığı anlam çok daha büyüktür. Varlık felsefesi hakkında pek de bireysel bir çalışmam olmadı, ama okuldan gördüğüm kadarıyla insanlığın varlığa bakış açısı hakkında ufak çıkarımlarda bulundum.
   "Varlık var mı?" sorusunda tanımlanan varlık, nedensiz ve sonsuz olandır. Bu konuya dikkat çekmek isterim. Yani ortada "Bu masa gözüküyor da, ya yoksa?" gibi avam seviyede bir felsefe değildir. Ben,şahsen varlık felsefesinin çıkış noktasını, dine bağlı olmadan Tanrı'yı arama uğraşı olarak görüyorum. Filozoflar hayatlarının ne kadar fani olduğunu görüp, fani olmayan, her zaman her yerde sadece O olduğu için O olan bir varlığın olup olamayacağını kendilerine sormuşlardır. Varlık felsefesi sonradan bu soyutsallığını kaybetse de, sonradan dediğim avam seviyeye dönüşmüş olsa da, başlarda gerçekten hakikati arama uğraşı olduğunu düşünüyorum.
    Bir sürü düşünce sıraladım ama arkası bomboş. Düşüncenin ispatlanabilir olması gerekir yoksa o düşünce "bence" ile başlayan bir hayale dönüşür. Varlığın olmadığını ileri süren sofistlerden olan Gorgias demiş ki " Varlık yoktur, olsa da bilinmez, bilinse bile aktarılamaz." Ne kadar büyük bir söz! Demiş ki Gorgias, varlık çok yüce bir şeydir, o kadar yücedir ki biz onu bu fani dünyada bilemeyiz, bilsek bile onu anlatıcak kelime bulamayız. Burada varlığı ne derece yücelttiği anlaşılabilir.
Bu yönden sofistlerin varlığa bakış açılarına şaşmamak elde değil. Platon ise benzer bir düşünce tarzıyla farklı bir sonuca varır. İki dünya tasarlar, nesnel dünya ve idealar dünyası. Fani dünya ve Tanrı katında dünya... Platon bu iki dünya arasındaki mesafeyi sofistler gibi kurulmaz kılmamıştır, bu iki dünya arasında kurduğu tek köprü akıl köprüsüdür.
    Demokritos'un varlığı atomla eşitlemesi ise varlık felsefesini bambaşka bir yola yöneltmiştir. Artık Dünya'yı fani gören, yüceliği araştıran filozoflar gitmiş, yerine varlıkla maddeyi eşitleyen, felsefeyi avam seviyede kılan filozoflar gelmiştir. Demokritos varlığı masayla eşitlemiş "Acaba bu masa neyden oluşuyor?" diye düşünmüştür. Böyle olunca önceden Tanrı'yı arama uğraşı olan güzelim varlık felsefesi, varlığı beş duyuyla algılanmaya mahkum etmiştir. Demokritos'un bu görüşü varlık felsefesine bir virüs enjekte etmiştir. Çünkü onlardan sonra gelen filozoflar varlık felsefesinin gayesini doğru anlamamış, bundan dolayı da yüzeysel kalmışlardır.
    Velhasıl kelam,o dönemin bütün filozoflarında bu tarz bir Tanrı arayışını görebileceğimizi düşünüyorum. Dediğim gibi bilgim derste dinlediğim bir iki cümlelerdir ama sonuç olarak, insan gerçekten hayret ediyor!

Ademoğlu?

    Dünya'daki bütün insanları tek tek analiz edemeyeceğimiz bir gerçek. Başka bir gerçek ise bütün insanların kökünün aynı olduğu. Öyleyse bu kökü incelediğimizde, genel anlamda insanla alakalı önemli çıkarımlar elde edebiliriz. Bu ise bizi direk Yaratılış Kıssası'na götürüyor.
    Yaratılış Kıssası'nda görüleceği gibi Adem, kokuşmuş balçığa Allah'ın ruhunun üflenmesiyle yaratıldı. Bu ne demek? Yani kokuşmuş, değersiz bir pislik ile Allah'ın ruhunun buluşması Adem'de meydana geliyor. Bu bizim için ne ima etmeli? Kıssadan da anlaşılabileceği gibi Adem'in iki yanı vardır. Ben bunlara Ali Şeriati gibi İnsan ve Beşer olarak adlandıracağım.
     Beşer kimdir?
     Beşer, ademoğlunun somut Dünya'da yaşayan hayvanî parçasıdır. Ademoğulları bu yönden,biyolojide de olduğu gibi, hayvanlar kategorisine girer. Yani nasıl bir kaplan acıkır ve avlanıp avını yedikten sonra yaşamsal ihtiyaçlarını gideriyorsa Adem de yaşamını devam ettirebilmek için et yer, meyve yer, su içer, uyur, dinlenir. Bu gayet normal bir şey olduğu gibi, bizim bu gerçeği yok saymamamız gerekmektedir. Öyle ki insan sadece ve sadece yaşamsal ihtiyaçlarını giderdikten sonra düşünebilir, yazabilir, çizebilir. Yani beşer, insanın somut Dünya'da yaşayabilme içgüdüsüdür.
     İnsan kimdir?
     Tamam, Adem de hayvan gibi yiyip içiyor ama arada bir fark vardır herhalde. İşte bu Allah'ın ruhudur.İnsan dediğimiz bölüm ise Allah'ın ruhunu temsil etmektedir. Çünkü Allah'ın ruhu olmadan insan bir beşer olur ve sadece yaşamını sürdürmek için yaşar.İnsan aşaması ise böylelikle Adem'in yaşamsal ihtiyaçlarını giderdikten sonraki halidir. Bu Adem artık sorular sorar, hayatı sorgular ve bu düşünceleriyle somut Dünya'dan ayrılır. Kokuşmuş balçıktan ayrılıp kendine üflenen ruhun aslını araştırır. Bu Adem için artık Dünya pek de önemli değildir, Ama ne zaman ki İnsan acıkır, hemen bu düşüncelerini,sorularını halının altına süpürür ve yaşamsal sürekliliğini devam ettirebilmek için uğraşta bulunur.
      Antik Yunan'a baktığımızda ise, o dönemlerde bir sürü filozofun, sanatçının ve alimin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu bir rastlantı mı? Kesinlikle değil. Antik Yunan'ın topumsal sınıflarını incelediğimizde yaklaşık olarak nüfusun %60'ının köle olduğunu görüyoruz. Bu da bize gösteriyor ki, Antik Yunan'da bir Yunanlı'ya en az bir köle düşüyordu. Buradan da anlaşılabileceği gibi demek ki, köleler sahiplerinin yaşamsal ihtiyaçlarını gideriyorlardı, sahipleri ise derin düşüncelere dalıyorlardı. Yaşadıkları hayat için uğraşmadıklarından, hayatın nedenini sorguluyorlardı kendilerine.
Bir parantez açıp demeliyim ki, her ademoğlunda insan ve beşer kısmı bulunmaktadır. Yani Yunanlılar kölelere kölelik yapsalardı, o zaman köleler filozof,sanatkâr veya alim olurlardı. Burada Adem'e ve onun soyundan gelen herkese verilmiş olan özellik ise, yaşamsal ihtiyaçlarını giderdikten sonra düşünsel bir yolculuğa çıkmalarıdır. 
      İçinde yaşadığımız toplumların ve sistemlerin, bireyleri yaşam mücadelesine mahkum bir hayata mecbur bırakmaları, bu kişilerin insanlaşma yoluna bir bariyer çekmektedir. Bu tahmin edilemez derecede bir zulümdür. Bu özelliğe sahip bütün ademoğullarına yapılmış bu zulüm, onları beşeri sisteme mahkum eder, hayvanlaştırır. Günümüze bakacak olursak, insanların beşerleştirilmesi sadece ay sonunu hesaplayan kişilere yapılmıyor, medyatik özendirmelerle,reklamlarla, trendlerle beşeri hayat, süslemelerle özendiriliyor. Oysa insan bilmelidir ki, yaşamasını gerektirdikten sonraki her eylemi insanlaşmak üzere olmalıdır. Bugün ise fakiri ve zengini olmak üzere herkes; beşeri hayata, oluşan ekonomik sistem tarafından mahkum edilmiştir. Biri lokmasının derdinde, diğeri de markasının...

Tarih Felsefesi- Karl Marx vs. Ali Şeriati



Marksizm

Her ideolojide olduğu gibi ideoloji, ideolojiyi kuranın ismini alır fakat başka ideologların yorumlarıyla hatırlanır. Öyle ki Marksizm denince artık akla sadece Karl Marks’ın düşünceleri gelmez, ona getirilen yorumlar akla gelir. Bu yorumları derecelendirirsek üç çeşit Marksizm ortaya çıkar.
      1.      Bilimsel Marksizm
      2.      Devlet Marksizmi
      3.      Avam Marksizmi
Bilimsel Marksizm ve Devlet Marksizmi için gereken altyapı bende bulunmamaktadır. Bundan dolayı sadece avam seviyede Marksizmi inceleyeceğim.

Tarihsel Materyalizm

Tarihsel Materyalizm demek, Tarihsel Determinizm’in tersine, bireyin tarihin akışında iradesinin olmaması demektir. Öyle ki tarih belirli kurallara göre hareket eder, bundan dolayı nereden geldiği ve nereye gideceği tamamen bellidir, insan (birey) ise bu tarih dalgasında çırpınıp durur. İnsan Tarihsel Materyalizm ’de nehir içinde yüzen balık gibidir. Balık nehir içinde ister akıntıya doğru ister akıntı yönünde yüzer ama nehir yine akacağı yere akar ve böylelikle balığın ulaşacağı son da nehir tarafından belirlenmiştir zaten. Avam Marksizmi’nde böyle bir tarih görüşü esastır. Bu tarih görüşünün temelinde ekonomik insan algısı yatar. Mülkiyet paylaşımı tarihi etkileyen tek faktördür. Her ne kadar toplumların hareketi tarihi belirlese de birey bu tarihin akışında etkisizdir ve ister istemez bu tarihten de etkilenir. Öyle ki ben 21. yy ’da değil de 12. yy ‘da yaşasaydım daha faklı düşünür, daha farklı konuşur, daha farklı yaşardım.

Avam Marksizmi’nde Tarih

Avam Marksizmi’nde tarih mülkiyetle başlar. Zaten tarihe güç ve siyasi bakışın tersine sadece mülkiyet temelli bakılacağını belirtmiştim. İnsanlar mülkiyetten önce beraber, kardeşçe, uyum içerisinde yaşıyorlardı. Doğa ile uyum içerisinde, doğaya zarar vermeden, toplayıcılık veya avcılık yaparak yaşamlarını sürdürüyorlardı. Sonra bir insan toprağı işlemeyi öğrendi ve böylelikle kendine büyük bir parça toprak sahiplendi. Eski üretim araçları olan toplayıcılık ve hayvancılık gitmiş artık toprak merkezli bir yaşam söz konusu olmaya başlamıştır. Toprağı işlemesini bilen ve toprağa “sahip” olan bu insan, toplayıcılık ve avcılıkla yaşamını sürdüren insanlara egemen oldu ve artık diğer insanlar onun toprağında çalışmaya başladılar. Üretim aracının değiştiği ilk dönemde, tarihin başlangıcında sınıfsal ayrımcılık da başlar. Bir tarafta toprak sahibi, diğer tarafta toprak işleyenler… Üretilen bütün hasılat ise toprak sahibine gitmek zorundaydı çünkü toprak onun ise ondan elde edilen de onun olmalıydı. Toprak sahibinin gücü gitgide arttı ve artık toprak işleyenler onun kölesi konumuna geldiler. Artık toprak sahibi çalışmadan para kazanıyor, köleler ise onu yaşatmak için çalışıyorlardı.
Lakin köylüler de bu durumdan rahatsız olmaya başladılar. Ortadaki adaletsizliği fark eden köleler, kölelik yapmalarının saçmalığını fark ettiler ve hak talebinde bulundular. Yapılan değişikle artık onlar köle değil “serf” olacaklardı. Serfler, toprakla alınıp satılan işçilerdi. Bir insana bağlı değillerdi, toprakla alınıp, toprakla satılıyorlardı.
Köylülerin serfleşmesi onlar adına bir başarı iken toprak sahipleri de boş durmuyordu. Toprak sahipleri inanılmaz gelirlere sahip olmuşlardır ve artık sermayedardırlar. Büyük sermayeleri ile daha fazla toprak alıp daha geniş alanlara hüküm sürdüler. Toprağı satın alınan toprak sahibi de sınıfsal rejimde alt sıralara kayıyordu. Böyle olunca sermaye tekelleşti. Yani büyük bir miktar toprak iki veya üç kişinin oldu ve diğer bütün insanlar bu toprağı işliyordu. Böylelikle feodalite başladı. Minik kentler kuruldu, bu kentte toprak sahibi sermayedarlar ve serfler vardı. Feodalite sisteminde bu iki sınıfın arasına üçüncü bir sınıf girdi. Burjuvalar… Bu insanlar bir kentten aldıklarını diğer kente satıyor, kentler arası ticaret yapıyorlardı. Burjuva kesmi ne serften fakir ne de toprak sahibinden zengindi.
Gün geçti bütün kent burjuvadan alışveriş yapınca burjuvanın gelirleri arttı. Artık kentin ileri gideni bile burjuvaya borçlu duruma düşmüş bulundu. Sermaye ticarete yenik düştü. Burjuva kesmi güçlendikçe burjuvaya borcu artan toprak sahibinin gücü tükendi ve kenti yönetemez duruma düştü. Böylelikle yönetim burjuvaya kaldı. Burjuva kentin sahibi konumuna yükseldi. Burjuva kenti yönetirken kentin âlimleri yaptıkları çalışmaları burjuvaya sattı. Artık o dönemin bilim adamları da tıpkı toprak sahibine çalışan köleler gibi burjuva için çalışıyordu. Bilim adamlarının bu çalışmaları sonucunda teknoloji açığa çıktı ve makine üretildi. Üretim aracında yapılan bu büyük değişiklik toplumu etkileyecekti elbet.
Makineleşmeyle beraber artık işçinin görevini de makina yapmaya başladı. Eskiden omzunda baltasıyla gezinen işçinin hiçbir vasfı kalmamış, bir makinenin başında bir vida sıkarak yaşamını sürdürüyordu. Bu büyük makinalaşma kapitalizmi beraberinde getirdi. Farkındalık kazanan işçi artık hayatını bir makinanın başında geçirmek istemedi, isyan etti. Emeğin hâkimiyeti, yani işçi sınıfının hâkimiyeti ile mülkiyetin ortadan kalktığı, en baştaki, düzen hedeflendi. Bu hayata komün hayat, yani herkesin kendi elinin emeğini yediği hayat…

Ali Şeriati’ye göre Tarih

Şimdi anlatacağım tarih felsefesi şahsıma ait olmayıp, İranlı sosyolog Ali Şeriati’nin kitaplarından anladıklarımdır. Ali Şeriati’ye göre tarih Habil ve Kabil kıssası ile başlar. Bütün tarih felsefesinin ana dinamikleri de bu kıssanın içinde bulunabilir.

Habil ve Kabil Kıssası

Habil ve Kabil Hz. Âdem’in çocuklarıdır. Habil toplayıcılık, avcılık ve hayvancılıkla yaşamını sürdürürken, Kabil ise çiftçilik yapmaktaydı. Kabil, ona uygun görülen eşi beğenmeyip Habil’in eşine talip olmuş, bu tartışma ve çatışma Hz. Âdem’e taşınmıştır. Hz. Âdem’in verdiği karar üzerine Habil ve Kabil Allah’a kurban sunarlar. Bunun sonucunda Habil en sevdiği ve en değerli gördüğü devesini kurban ederken, Kabil ise sararmış bir buğday başağı sunar. Lakin Kabil’in kurbanı kabul edilmez, bundan dolayı da itirazı kabul edilmez. Sonrasında ise kıssa Kabil’in Habil’i öldürmesiyle son bulur.

Ali Şeriati’ye göre Tarih Felsefesi

Şeriati bu olayı değerlendirirken Habil’in ve Kabil’in hayatını sürdürmek için kullandıkları üretim araçlarına dikkat çeker. Habil toplayıcılık ve hayvancılık yaparken tabiatla uyum içinde yaşar. Aynı zamanda Kabil’in değer verdiği başak da Kabil’in çiftçilik yaptığını gösterir. Çiftçilik ve tarım aynı Avam Marksizmi’nde olduğu gibi mülkiyet algısının sonucudur.. Öyle ki o toprağı sadece Kabil ekip, biçtiği için ondan elde ettiği mülkü de kendisine sayar. Ondandır ki Kabil, elde ettiklerinin değerlisini kurban etmez, sadece solgun bir başak kurban eder. Bu da Kabil’in elde ettiklerinin sadece ve sadece kendisine ait olduğunu düşündüğünün kanıtı olarak gösterilebilir.
Öyle ki bu kıssada da görülebilir ki Kabil burada üretim araçları yönünden toprak sahibi, Habil ise burada tabiata uygun yaşam sürdüren, avcı, toplayıcı olarak görülebilir. Kabil’in Habil’i öldürmesi ise zalimin mazluma karşı aldığı ilk galibiyettir. Çünkü Habil adaletin sembolü olarak doğru olanı uygularken, Kabil tabiata karşı geliyor, mülk ediniyor ve burada Habil ise Kabil’in önünde varlığıyla engel teşkil ediyor. Kabil’in Habil’i öldürmesiyle artık Kabil’in önünde engel kalmamış oluyor. Şeriati’ye insanlık tarihi artık Kabil’in egemenliği altındadır. Habilî olanlara artık isyan ve mücadele kalıyor. Artık tarih, sadece mülkiyet, güç, sermaye ve iktidar üzerinden kendini tanımlayanla hak, adalet, ortak paylaşım, tabiata uyum güdüsü içerisinde olanların savaşı olmuş olacaktır.
Şeirati, mülkiyet algısı üzerinden Marx’ın, cinsellik üzerinden Freud’un temellendirdiği insanlık tarihine farklı bir bakış açısı olarak şöyle yorumlamaktadır:
Cinsellik ve mülkiyet algısını bencilliğin ya da beni seçmenin bir sonucu olarak görmeliyiz. Asıl sorunun, insanlık tarihinde bireyin kişisel çıkarlarını toplumun gereksinimlerinin önüne koymasıdır. Böyle bir algı bencillikle beraber mülkiyet algısı ve fayda-çıkar merkezli materyalist bir düşünce algısı ortaya çıkarır. Bu düşünce ise toplumda sınıflar oluştururken, biz olamayan, herkesin ben olduğu çatışmacı bir toplum ortaya çıkarır.