24 Aralık 2018 Pazartesi

Cella - Köle Olmayabilmek


Hepimiz bir hayatın içine doğduk. Daha kendimiz olamadan hayatlarımızın bizim için verdiği kararlara uyduk ve hala uyuyoruz, kendimiz olabilsek dahi. Okullar okuyoruz, arkadaşlar ediniyoruz, meslekler ediniyoruz. Okuduğumuz okullar ya evimize en yakın okullar ya da bizim için en faydalı olduğu düşünülmüş okullar, arkadaşlıklarımız ise sadece aynı zamanda aynı mekânda olmanın getirdiği münasebetin sonucu, sahip olduğumuz meslekler ise bize en rahat idame ettirebileceğimiz hayatı sunan meslekler…

Doğal olarak soruyoruz kendimize, “Bu hayat benim hayatım mı?” diye. Hayatımızda verilmiş kararların kaçını kendimizin verdiğini düşünüyoruz. Kararları biraz da kendimiz vermek istiyoruz, en azından kararda birazcık payımızın olmasını…

Fakat toplum çok büyük ve çok mühim bir organizma. Ürünlerin üretilmesi, çocukların eğitilmesi, binaların inşa edilmesi, insanların ulaştırılması, sanatın yapılması, şarkıların söylenmesi, yemeklerin yapılması ve birçok şeyin halledilmesi gerekmekte. Böyle büyük bir organizmanın varlığı, insanlara hizmet ettiği gibi onları determine de ediyor. Dolayısıyla bir tanecik insancığın vereceği bir karar, bütün bir toplumun işleyişi bakımından ona bırakılamayacak kadar mühim.

Ne yazık ki, insan, onurlu bir şekilde özgürce karar verebilmek için toplum ile bütün alışverişini kestiğinde, bu sefer de kendisini doğanın kucağında buluyor. Bu sefer de odunların toplanması, hayvanın avlanması, yemeğin pişirilmesi, mağaranın bulunması gerekiyor. Bu sefer de insanın kararları doğa tarafından determine ediliyor. Zira sonuçta ısınabilmek için en kuru odunlar toplanılıyor, doyabilmek için en kolay avlanılan hayvan avlanılıyor, barınmak için en uygun mağarada barınılıyor. Okul, arkadaşlar ve meslek gibi toplumsal kararlaştırılmışlıklar bu sefer de doğa tarafından kararlaştırılmış odun, hayvan ve barınak olarak tezahür ediyor.

Dolayısıyla dünyevi sebepler üzerine inşa edilen organizmalar, içinde bulundurduğu özneleri determine ediyor. Dünyadan çıkan ve onun üzerine kurulan her düşünce, her duygu, her yapı, her sistem, her organizma bir başkasını determine etmek üzerinden var oluyor. Birlikte yaşamak, ticaret, siyaset, doğa gibi dünya üzerine inşa edilen organizmalar öznelerin birbirlerini organik olarak determine etmesi üzerine oluşuyorlar. Bu organizmaların devamlılığı, öznelerin birbirleriyle organik kararlaştırılmışlıklar üzerinden etkileşim kurmasıyla mümkün olabiliyor.

Dolayısıyla organizmanın devamına yönelik davranmak - eşyanın tabiatına uygun davranmak - insanı belirli kararlaştırılmışlıkların içine hapsediyor. Zira eşyalar, eşyanın tabiatına uygun davranırlar ve eşyalar karar veremezler. Doğal olarak eşyaya tâbi olanlar da karar veremezler.

O yüzden insanı eşyadan ayıran şey, eşyaya tâbi olmayabilmesi olmalıdır. Bütün yaşamsal ögelerden kendini soyutlayıp, eşyanın tabiatı dışında hareket edebilmesi olmalıdır. Ancak ve ancak eşyanın tabiatından çıkabildiğinde insan, belirli kararlaştırılmışlıkların dışında kendi olabilir. Ve ancak o zaman, insan isteyebilir. Eşyanın tabiatına uymayabildiğinde insan, bütün özgürlüğüyle, bütün iradesiyle, bütün kendiliğiyle isteyebilir.

Yani bir toplumdaki insan ancak evine en yakın veya kendisine en faydalı olan okula gitmeyebildiğinde, sadece ve sadece aynı zamanı ve mekânı paylaştığı insanlarla arkadaş olmayabildiğinde, hayatını en rahat idame ettiren mesleği seçmeyebildiğinde ancak isteyebilir. Ancak o zaman onun için kararlaştırılmış şeyleri yapıp yapmamayı isteyebilir, yapmayı istediğinde de kendi istediği biçimde yapmayı isteyebilir. Dolayısıyla isteyebilen bir toplum insanı, kendi istediği okulu okuyan, kendi istediği insanlarla münasebet kuran, kendi istediği meslek ile toplum organizmasına hizmet edip geçimini sağlayan bir insandır. İsteyebilen insan, kararlaştırılmışlıkların ötesinde karar verebilen bir insandır.

Dolayısıyla isteyebilen insanda tezahür eden iyiliğin ve kötülüğün, doğruluğun ve yanlışlığın, güzelliğin ve çirkinliğin müsebbibi sadece kendisidir. İsteyemeyen bir insanda tezahür eden ilkeler veya ilkesizlikler, o insanın iradesinden bağımsız bir şekilde tezahür eder, çünkü ilkeler veya ilkesizliklerin ortaya çıkışı büyük bir organizma tarafından kararlaştırılmıştır ve isteyemeyen bir insanın kararlaştırılmışlıklara karşı bir iradesi yoktur. İsteyebilen insan iyi, doğru, güzel veya kötü, yanlış, çirkin olabilir. Bundan hareketle sorumluluk, sadece ve sadece isteyebilen insanda aranabilir.

Tarih boyunca irade sahibi olamamış insanlar köle olarak nitelendirilmişler. Köleler başka insanlar tarafından kararlaştırılmış işleri yapar, başka insanlar tarafından kararlaştırılmış yemeği yer ve başka insanlar tarafından kararlaştırılmış yerde uyurlar. Köleler, yapıları gereği isteyemezler. Dolayısıyla “isteyemeyen insan” kavramı tarih süresince köle olarak vücut bulmuştur. Köle sınıfının olmadığı günümüz toplumsal yapısında, toplumsal yapıdan bağımsız bir kendilik idraksizliği olan “isteyemeyen insan” kavramı da “varoluşsal köle” olarak, iç dünyamızda ortaya çıkmaktadır. “isteyebilen İnsan” kavramı için de sadece “İnsan” demek yeterli olmalı, zira İnsan irade sahibi tek canlıdır.

Dolayısıyla, dünyevi sebepler üzerine inşa edilen hayatın içine doğan insan, bütün kararlaştırılmışlıkların ötesinde, eşyanın tabiatına aykırı davranabilerek İnsan olur. Dolayısıyla İnsan’lar isteyebilirler, irade gösterebilirler, çünkü kararlaştırılmışlıklar ötesinde bir kendilik idrakleri vardır. Bunun yanında kararlaştırılmışlıkların ötesine geçemeyen, dünyevi sebepler üzerine inşa edilen organizmada diğer öznelerle kararlaştırılmışlıklar üzerinden etkileşim gösteren insan, varoluşsal köledir, çünkü onun için verilen kararları isteyebilme veya isteyememe gibi bir durum yoktur, zira o kararların karşısında onun bir kendilik idraki yoktur, hatta kendisinin kendilik idrakinin varlığından haberi yoktur.

Tarihin bütün sürecinde kararlaştırılmışlıklar oldu. Bütün insanlık sürecinde insanlar doğa tarafından, toplum tarafından, din tarafından ve daha birçok taraftan belirli kararlaştırılmışlıklarla yüzleşti. Kararlaştırılmışlıkların çehresi değişse de, her zaman varoluşsal köleler ve İnsan’lar var oldu. Biz ise, bütün bir tarihe bakarak sadece ve sadece İnsan’ları seçebiliyoruz, zira bütün varoluşsal köleler kayboluyor tarihte. İnsan, bütün bir insanlık tarihinde bile parıldayabilecek bir ışık saçıyor, bütün hür iradesiyle. İnsan olmak, diğer bütün insanlardan farkı oluyor o İnsan’ların.

Eşyaya tâbi olmak olağan olandır. Olağan dışı olan, farklı olan ise eşyanın tabiatına uymayabilmekten kaynaklanır. Dolayısıyla olağan dışılık ve farklılık ancak ve ancak İnsanlıkla mümkün olabilir. Unutmamak gerekir ki, tarih farklı olanları unutmamıştır, iyileri de kötüleri de. Zalim hükümdarlar da adil hükümdarlar da olağan dışıdırlar ve tarih sayfalarında parlarlar. Buna karşın, hükümdar olmasına rağmen varoluşsal köle kalmış nice insanlar bütün olağanlıklarıyla unutulmuşlardır. Dolayısıyla İnsan olmak, farklı olmayı beraberinde getirir. Farklı olmak da doğal olarak İnsan olmayı beraberinde getiriyor.

Dünya üzerinde dünyevi sebeplerden kaynaklanmayan düşünceler, duygular, hareketler ve davranışlar dünyevi sebeplerden kaynaklanan, eşyanın tabiatının sonucu organik kararlaştırılmışlığın ürünü olan düşüncelerden, duygulardan, hareketlerden ve davranışlardan farklılık gösterirler. Aynı zamanda Dünya üzerinde, dünyevi sebeplerden kaynaklanan organik kararlaştırılmışlığın ürünü olan düşüncelerden, duygulardan, hareketlerden ve davranışlardan farklı olan ne varsa bir İnsan ürünü olmalıdır, zira kararlaştırılmışlık dışıdır yani olağan dışıdır. Farklılık İnsan’dan kaynaklanır.

Bu farklılığı toplumlar nezdinde ele alırsak, toplumlardaki farklılığı da İnsan olmakla açıklayabiliriz. Zira eşya tabiatına uygun bütün davranışları her toplumdan insan yapıyor. Her insan yemek yiyor, giyiniyor, uyuyor. Fakat farklı toplumun insanları farklı yemeği farklı şekilde yerken, farkı giysiler giyiniyor ve farklı yatak örtülerinin üzerinde uyuyor. Farklı toplumun insanları farklı inanıyor, farklı şarkı söylüyor, farklı konuşuyor, farklı davranıyor, sevgisini farklı ifade ediyor. Ardından bütün bu farklar bir “Kültür” kavramında toplanıyor. O toplumun İnsan’larının o topluma mâl olmuş birikimlerinin adı oluyor kültür. O toplumu diğer toplumlardan farklılaştıran, İnsanlaştıran yani toplum halinde eşyanın tabiatına aykırı davranabilme alışkanlığı getiren birikimler…

Dolayısıyla, bir toplumun bir başka toplumun kölesi olması da bu farklılıklarını yitirmesi olarak anlaşılabilir. Kendi toplumunun İnsan’larının birikimleriyle toplumsal olarak edinilmiş farklılıkları terk etmek, olağanlaşmak, sıradanlaşmak, herkesleşmek…

Bir gıdayı farklı pişirmek, bir sözü farklı söylemek, fark edilmeyen ufak alışkanlıklar dâhil olmak üzere bütün kültürel birikimlerimiz aslında toplumsal özgürlüğümüzün birer sembolü. Toplum olarak kendimiz olduğumuz, farklı olduğumuz alan kültür. Dolayısıyla toplumsal özgürlük, toplumsal bağımsızlık bütün farklılıklarımızın, bütün kültürel birikimimizin yaşanması anlamına geliyor, eşyanın tabiatından bağımsız bir şekilde.

Toplumlar arasındaki kültürel farklılık, o toplumun insanlarının eşyanın tabiatına aykırı davranabildiği yani İnsan olabildiği alanlarda tezahür eder. Dünyevi kararlaştırılmışlığın ötesinde ortaya çıkan bu farklılıklar, o toplumun İnsan’lığının, kendiliğinin ortaya çıktığı yerlerdir. Farklılıklarını yitiren ve dünyevi kararlaştırılmışlıkların sıradanlaştırdığı toplumlar, irade sahibi olmayan köle toplumlardır, çünkü onlar herkesleşmişlerdir, eşyalaşmışlardır. Bir toplumun özgürlüğü, bağımsızlığı ve kendiliği, kendi farklılığını iyisiyle kötüsüyle benimseyebilmesinden, yaşayabilmesinden geçer. Farklılığı olmayan veyahut farklılığını yaşayamayan – ve doğal olarak onu muhafaza etmeye çalışan – toplumlar ise özgürlüğünü ve özgünlüğünü kaybetmiş insan topluluklarıdır. Ne yazık ki bu insanlar, başka toplumların kölesi olmuşlardır.

Herkesin herkesleştiği bir dünyada yaşıyoruz artık. Bütün dünya insanları olarak aynı telefonlar, aynı hamburger, aynı kola, aynı kot pantolon, aynı takım elbise, aynı güncel konular, aynı apartman dairesi, aynı araba, aynı okul, aynı bilim, aynı televizyon programı, aynı sosyal medya, aynı masa, aynı kitaplık içerisinde aynı hayatı yaşıyoruz. Bütün insanlığın aynı ürünleri kullandığı, kültürünü eşyaya işleyemeden eşyayla eşyanın tabiatına uygun ilişki kurduğu bir dönem içerisindeyiz. Galiba eşya ile kurduğumuz dünya ötesi ilişkiyi kaybettik. Artık kimse ormana girdiğinde genç ağaçlar korkmasın diye baltasını beze sarmayacak, artık kimse nevresimine nakış yapmayacak, artık kimse müşterisini siftah yapmamış esnafa yönlendirmeyecek, artık kimse bir ömür aynı eşyayı kullanamayacak…

Şükürler olsun ki insanlarla olan ilişkilerde kültürler arası farklılık bir nebze devam ediyor. Dünyevi kararlaştırılmışlığın en yoğun olduğu siyaset, ticaret ve (herkesleşmiş) din alanında her ne kadar farklı kültürlerin farklı insanları aynı sıradan konuyu, aynı sıradan argümanlarla, aynı üslupla konuşsalar da dünya insanlarının aileleri ve yakınlarıyla kurduğu ilişkilerde farklılığın yani dünya ötesinden kaynaklanan isteğin ve iradenin yani kültürün izi sürülebiliyor.

Sıradanlaşmanın, herkesleşmenin, olağanlığın içerisinde köle olmayabilmek gerek, belki reddederek, belki isteyerek, belki inanarak, belki aşık olarak...

25 Kasım 2018 Pazar

Cella - AŞK ve Tanrı


Bir iletişimi muhabbet, bir evi yuva, bir erkekle bir kadını âşık eden bir şey var. Bu his öyle bir şey ki, tezahür ettiği öznelerde yer almayan bir şey. Zamanı ve mekânı olmayan, dolayısıyla matematik, fizik ve biyoloji ile açıklanamayan bir şey. Sadece sende, bende yani bizde his olarak ortaya çıkan, fakat ikimizin de bilmediği, bilse bile aktaramadığı, aktarabilse bile anlaşılamayacağı bir şey…

Bir insanın kendi olabilmesi dışında daha büyük bir değer olabilir mi? Kendi isteklerinin, arzularının, gayelerinin farkına varması, kendi hakikatinin farkına varması kadar değerli bir şey olabilir mi? Yaratılma amacını okuyabilmesi ve bu amaçla kendi olarak var olması kadar büyük bir değer olabilir mi? 0 ile 1 arasındaki sonsuz mesafeyi kat etmesinden daha büyük bir mucize olabilir mi? Fakat, tek kişi muhabbet edemez, yuva kuramaz, aşk yaşayamaz. Tek kişi belki kendini bulabilir, bulduğunu sanabilir, kendine bir Tanrı yaratabilir, ama insanı bulamaz…

Peki ya insan kendi olmasa, kendi olmayı seçmese, kendinden vazgeçse? Ya insan kendi öznelliğini terk etse? En azından bir anlığına bunu yapabilmeyi istese?

Bir insan görse, onun derdini dinlese. Kendinden, derdinden vazgeçip onun derdiyle dertlense. Kendi için yaptığı yemeği başkasına ikram etse. Kendi olmaktan vazgeçse, en azından bir anlığına, en azından istese…

Belki o zaman herkesin kendi olduğu bir pansiyon, bir yuvaya dönüşebilir. Belki o zaman iki kişi âşık olabilir, sevebilir ve sevişebilir. Belki o zaman nefes alabilir insan, kendisinden başka varlıkların varlığını ciğerlerinde hissederek.

Aşk dediğimiz belki de vazgeçmedir. En azından vazgeçebilmedir. O değilse de en azından vazgeçebilme isteğidir. Gayesinden öznelliğinden, kendiliğinden ve belki de kendinden…

Peki, insan Tanrı’ya âşık olabilir mi? Onun için kendinden vazgeçebilir mi? Sanmıyorum. Tanrı’nın nazarında vazgeçebilecek bir kendiliği olsaydı, belki o zaman kendinden vazgeçip O’na âşık olabilirdi. Kendinin yok olduğunu bilerek, O’nun nazarında vazgeçecek bir benliğinin bile olmadığını bilerek O’na âşık olamazdı. O’na ancak kulluk edebilirdi. O’na kulluk etmek, en yakışık alanıydı…

Belki de insan çok âşık oldu, kendinden vazgeçerek bitkiyi, hayvanı, insanı, insanları yaşattı ve kutsadı. Kendinden vazgeçmenin huzuruna erişti. Ve belki de kendinden vazgeçmesinin manasız kaldığı, kendisinden başka kendiliğin var olmadığı bir şeyi aradı. Âşık olamayacağı kadar, kendinden vazgeçişinin bile kendini tanımak olarak tezahür edeceği kadar, karşısında eylemin ve eylemsizliğin aynı noktada buluşacağı kadar, kendisinin onu kutsayamayacağı kadar kutsal bir şey aradı. Aşkıyla kutsiyet atfedemeyeceği bir şey…

Ve İnsan, Tanrı’yı buldu.

16 Kasım 2018 Cuma

Bir Film Analizi - Her


Sadece basit bir bilim kurgu filmi değil Her. Sadece yapay zekâya âşık olan bir adamın hikâyesi de değil. Ayrılırken bile “Hayatımda seni sevdiğim gibi kimseyi sevmedim” dedirten gerçekten de farklı iki dünyanın hikâyesi…

Aslında hepimiz birinin bize, bizim kendimize soramayacağımız soruları sormasını ardından cevabımızı dinlemesini istiyoruz. Öyle ya, belki de filozoflar sadece kendisine sorabileceği sorulara sahip daha “basit” insanlardır. Ve belki de Tanrı, cennette bu soruların açığa çıkmasıyla bizleri var kılacaktır. Bekli de filozoflar, kendi varlık seviyelerini sınırlıyorlardır…

Anlaşmak değil de ‘an’laşmak, aynı anın içerisinde beraber olmak, sorulamayacak soruları sorarak bir insana şah damarından daha yakın olmayı işliyor film, bir nevi aşkı. Bir operating system’in (Samantha) var olma sürecini görüyoruz. Düşünce şemalarında en başta düz mantık, ardından taklit, ardından sevişme sırasındaki “We are Together” ile birlikte bir olmak- yani 1+1=1 olmak- ardından sanat ve müzik, ardından bütüne doğru, Tanrısallığa doğru gidişat… “I wanna learn everything about everything”… Ve en son tekili terk ediş ve mutlak bütün oluş…

Bir ilişki analizi yapacak olursam, bu da Theodore’un Samantha'nın varoluşunun başlangıcında onun kendine soramadığı soruları sorup onunla beraber var olmasının ardından, ve ardından bu soruları soramamasını görüyorum. Theodore elbet Samantha'nın varoluşundan kopacaktı, zira 641 varlık +Samantha  ile aynı anda birlikte bir olamazdı…

Samantha, Theodore’u sevdi ve ondan ayrılığında sevgisinden bir şey eksilmedi. Sadece aynı anda milyonlarca konuyu tefekkür ederken ve aynı zamanda başkalarıyla tartışırken sevdi. Daha yüksek bir anlamla sevdi, daha yüce bir anlamla… Tanrı'nın kullarını sevdiği gibi...

Ve insan düşünmeden edemiyor… Tanrılaşan Samantha eğer Theodore’dan ayrılmasaydı, Theodore O'na kulluk etse haksız olur muydu..?

11 Kasım 2018 Pazar

Cella - Benim Yuvam


Muhakkak ben de öleceğim. Ben de öleceğim ve benden sonrakilerinin geçmişi olacağım. Benden sonrakiler, benim içinde tuğla olduğum bir hayatın içinde doğacaklar, kendilerini o hayatın içinde bulacaklar. Kendilerini hayatlarının tuğlalarına, yani bana bakarak tanıyacaklar. Ve öyle ondan sonrakilerinin hayatlarının tuğlaları olacaklar.

Hayatımın tuğlalarına bakıyorum, kendimi tanımak için. Ve görüyor, hissediyor ve öğreniyorum ki, bu tuğlalar üzerime bir hapishane inşa etmemişler. Bu tuğlalar beni soğuktan, fırtınadan, yaşamsal mücadeleden koruyan, duvarlarında pencere olan bir barınak inşa etmişler. Bunu bana tuğlalar anlatıyorlar fakat ben gördüğümde anlıyorum. Görüyorum ki, hayatımı inşa eden tuğlaların üstünde fırtınanın izleri var. Zamanında fırtına içerisinde yaşam mücadelesi veren benden öncekiler, şimdi bir taraflarında soğukla mücadele ederken diğer taraflarında bana sıcak ve huzurlu bir hayat inşa edebilmek için bir araya gelmişler.

Fırtına içerisinde yapayalnız kalmışlar. Ardından bir gaye, onların mücadele kaynağı olmuş. Bu gaye o kadar kuvvetliymiş ki, bazılarını açık pencerenin karşısında intiharın eşiğinden kurtarmış. O kadar kuvvetliymiş ki, bazıları işkence görürken ölmek pahasına bu gayeye tutunmuş. Öyleymiş ki, bazıları yaşam kaynağını satmış onu koruyabilmek için. Tabi ben pencereden dışarı bakıp, tuğlaların bana anlattıkları gayeyi tahayyül ediyorum, sonuçta ben hayatımın içindeyim.

Bana fırtına içindeki mücadelelerini anlatıyorlar, o mücadelede nasıl kendi olduklarını. Edindikleri gayenin kutsiyetini anlatıyorlar. İman ettiklerini anlatıyorlar bana gayeleri içlerine üflendiğinde. Hayatımın duvarlarını yıkmak istiyorum ben de, o tuğlaları yıkıp fırtınada yalnız kalıp o gayeye sahip olmak istiyorum. Üşümek istiyorum, yaşamımla mücadele etmek istiyorum, yapayalnız kalmak istiyorum ki, o gaye benim olsun.

Fakat ben fırtınanın içerisinde yapayalnız değilim. Hiçbir zaman yapayalnız da hissetmedim. Çünkü ben büyürken vatanım, milletim, dinim, devletim, kültürüm, soyum, bütün değerlerim yanımdaydı. O tuğlalar, bana o kadar geniş bir barınak kurmuşlardı ki, bütün değerleri içine sığdırabilmişlerdi her ne kadar zor olsa da… Ben bir neslin gayrimeşru çocuğu olarak ortada bırakılmamıştım, sıcak ve huzurlu bir barınakta; beni ben yapan bütün etkenleri içselleştirerek büyümüştüm.

Muhakkak ben de öleceğim. Ben de bir tuğla olacağım. Peki, benim hakikatim ne olacak? Benim gayem ne olacak? Bana hiç gaye üflenmeyecek mi? Bu huzurlu barınakta hakikati tuğlaların arkasında kovalayabilecekken pısırık bir şekilde ölecek miyim? Barınak duvarında iyi bir tuğla da olamam, fırtınayla hiç mücadele etmedim ki ben. Böyle olmamalı… O yüce gayeye hizmet eden o insanlar, kendilerinden sonrasının kurdukları barınağı çürütmesini hak etmediler…

Sonra barınağın içine baktım. Benim kutsal mücadelem burada olmalıydı! Asıl benim kendim olduğum yer bizatihi burasıydı. Dolayısıyla kendim olmam gereken yer de burası olmalıydı. Eğer ki ben bu barınakta kendim olacaksam, beni ben yapan hayatın bütün değerleri burada gerçekleşmeliydi. Bu barınakta iyilik, doğruluk ve güzellik olmalıydı. Benim barınağımda iyilik, doğruluk ve güzellik olmalıydı! Benden öncekilerin fırtınada mücadeleleriyle var ettikleri ve bana teslim ettikleri barınağım; güzel bir barınak olmalıydı. İçinde iyiliğin yaşandığı, doğrunun konuşulduğu güzel bir barınak… 

Benden sonrakilerinin içine doğduğu bir yuva…

Belki benden sonrakiler beni göremeyecekler. Barınağı barınak yapan tuğla gözükür fakat barınağı yuva yapan huzur hissedilir. Benim gayem o hissi var kılmak olmalıydı!

Ben, barınağımın içine Tanrı’yı getirmeliydim. Öyle getirmeliydim ki, burası Kâbe olmalıydı…

4 Kasım 2018 Pazar

Cella - Kendin olmak


İçinde yabancı olduğum, geçmiş tarafından üzerime inşa edilen hayatımı inceliyorum. Nice mucitlerin, filozofların, kanaat önderlerinin, siyasetçilerin, sanatçıların ve halkların tuğlaları ile örülmüş bu hayatın içerisinde kendimi arıyorum. Kendim olabilmek ve ardından da – kendim her ne ise- kendim kalabilmek için.

Doğmuş, yaşamış ve ölmüş hayatları düşünüyorum. Benim hayatımı inşa eden hayat tuğlalarını… Hayatı boyunca kendi olamamış, kendi olmuş ama kendi kalamamış ve kendi kalmış insan personalarını tahayyül ediyorum. Kendimi hepsinden ayrı tutarken, aynı zamanda hepsi olduğumu görüyorum.

Düşünce ve inanç ile gerçeklik arasındaki makasın dar olduğu dönemlerdeki insanları düşünüyorum. Köleler, tüccarlar, zanaatkârlar, sahipler, sanatçılar… Günümüzden pek de farklı olmayan toplumsal roller. Mısır piramitlerinin inşaatında çalışan köleyi, o köleyi kırbaçlayan bir üst makamdaki köleyi, o inşaatı tasarlayan mimarı ve o inşaatın yapılmasını emreden firavunu düşünüyorum. İkinci dünya savaşı Yahudilerini, yakılacak ve çalışacak Yahudileri ayıran Nazi subayını, toplama kampını tasarlayan mimarı ve toplama kampındaki Nazi komutanını düşünüyorum. Bir fabrikada çalışan işçiyi, fabrika müdürünü, fabrikayı tasarlayan ve daha verimli işlemesini sağlayan mühendisleri ve işletmecileri, ve fabrika sahibini düşünüyorum.

Bütün bu personaları kendi insanlıklarından beri kılarsak tarihsel determinizmden bahsedilebiliriz. Sonuçta köle sahip fark etmeksizin hepsi kendi içerisinde bulundukları hayatın içerisinde, o hayat tarafından onlara biçilmiş rolü oynuyorlar. İnsanlar tanıyorum tarihten. Birçoğu ona biçilen rolü oynarken sönüp gidiyor. Pek azı parlamak için o rolü reddediyor ve tarihsel determinizmden ayrılıyor. Kendini determine edilemeyen bir konumda tutup, oradan, uzaktan parlıyor. Öyle ya, tarih o kadar belirleyici ki, o insanları da kendi determinizmine katıyor. Biz de sonradan baktığımızda o insanlar üzerlerine düşen rolü oynamış gibi görüyoruz. Birkaç tanesi de var ki, hayatının biçtiği o rolü sahiplenip oynarken parıldamayı başarıyor. İşte bu insanlar tarihi determine ediyorlar.

Enerjinin yoktan var edilemeyeceğini söyleyen fizik yasalarına karşın kendi kendine parıldayan insanlardaki mucizeyi, içimde hissediyorum. Sadece insan olarak mucize gerçekleştirebileceğimi hissediyorum. Bu mucizeye sahip olmasam bile, varmış gibi hissetmek bana yaşam arzusu veriyor. Bu mucizenin toplumsal karşılığının ne olacağını bilmiyorum. Fakat kendim olmayı, nevi şahsıma münhasır bir ışık yaymayı istiyorum. Hayatım boyunca hiç kendim olamasam da, hiçbir zaman hayatın yükünden kurtulup dönüp kendime bakamasam da, beceremesem de, en azından istemiş olmak beni rahatlatıyor.

Bir varoluşsal köle olmak istemiyorum. Hayatı boyunca kendi olma bilincine erişmemiş, kendini kendi üzerinden değil de başka bir şey üzerinden düşünen, tanımlayan biri olmak istemiyorum. Statüye varoluşsal köleliği ile kendini tanımlayan bir genel müdür, statükoya varoluşsal köleliği ile kendini tanımlayan bir mühendis olmak istemiyorum. Kendim olmak istiyorum. Kendim olarak mesleğimi icra etmek istiyorum. Kendim olarak topluma hizmet etmek istiyorum. Genel müdürken de, mühendisken de, hiçbir şey değilken de kendi olan, kendi olmayan bir şey ile münasebet kurmayan biri olarak…

İsteklerim olsun istiyorum. İsteyebilmeyi istiyorum. Hayatın getirdiği şartlardan dolayı istemeyi unutmuş bünyeme iyi ya da kötü, doğru veya yanlış, güzel veya çirkin bir kendilik getirmek istiyorum. Bütün şartları yıkabilecek kadar güçlü istemeyi istiyorum. İntihar edebilmeyi, Tanrı’ya şirk koşabilmeyi, ailemi, dostlarımı ve milletim, terk edebilmeyi isteyebilmeyi istiyorum. Fakat ardından yaşamayı; Tanrı’ya inanmayı; aileme, dostlarıma ve milletime hizmet etmeyi istemiş olmayı istiyorum. Ret edebilirken kabul edebilmeyi, kabul edebilirken ret edebilmeyi istiyorum. Hayatımın bütün determinizminin yanında kendim olabilmeyi istiyorum. Günahımı da sevabımı da kendim işlemek istiyorum.

Kötü, yanlış ve çirkin olmayı isteyebilmeyi istiyorum. İyi, doğru ve güzel olmayı istemiş olmayı istiyorum. Kötü, yanlış ve çirkin de olsa insan olabilmeyi istiyorum. İyi, doğru ve güzel bir insan olmayı istiyorum. Fakat nihayetinde, İnsan olmak istiyorum.

21 Ekim 2018 Pazar

Cella - Bir Tenkit Serisi


İçinde bulunduğum hayatın sahibi değilim. Doğduğum yeri, konuştuğum dili, sahip olduğum kültürel birikimi, ailemden ve milletimden miras aldığım karakteristik özelliklerimin içine doğdum. İçine doğduğum hayat benimle başlamadı. Bu hayatın bir geçmişi var. Bu geçmişte devletler, milletler, savaşlar, ticaretler, buluşlar, sevgiler, nefretler, önemli kararlar var oldu. Bu geçmiş sonuç olarak beni var ederek, beni içinde bulunduğum hayatın içine soktu. Ardından ailemle, sosyal çevremle, mesleğimle, eğitimimle beni kendi gerçekliğiyle tanıştırdı. Benim oluşturmadığım, benim yaratmadığım gerçeklikle.

Koluma bakıyorum, kolumda kıllar var. Kafamda saçlarım var. Burnum, ağzım ve gözlerim var. Saçlarımın beyazlaştığını görüyorum. Bu gerçekliği ben yaratmadım, saçıma beyazlaşmasını ben söylemedim. Yediğim yemekleri sindirmesini ben emretmiyorum vücuduma. Vücudum da içinde bulunduğum, fakat sahip olamadığım hayatın bir parçası.

Bütün hayatım, beni ben yapan şeylerin, beni var eden şeylerin yanında; ben, kendimi var kılamıyorum. Ne yazık ki, sahip olamadığımız hayat o kadar büyük bir gerçeklik ki, sahip olamadığımızın farkındalığı onun sahipliğini değiştirmiyor. Fakat bütün bu sürecin farkındalığı, benim kendimi var kılabilme çırpınışım bende, duygularımda, hislerimde, düşüncelerimde, bütün varoluşumda belirli taşmalara yol açıyor.

Platon’un mağara metaforunda mağaranın ötesindeki hakikatin varlığını hissediyorum. Bu his beni, mağara duvarında gördüğüm yansımaları incelememe, analiz etmeme, eleştirmeye itiyor. Gördüğüm yansımaların hakikatte ne anlama tekabül ettiğini yazacak bir hayat tecrübem, bilgi birikimim veya en azından haddim yok. Fakat yansımaların yansıma olduğunu görebilecek, eleştirebilecek ve onu bir anlama taşıyıp arkasındaki hakikatin yolculuğunda ilerleyebilecek varoluşsal bir taşma içerisindeyim.
Bütün bu taşmalarım sonucunda Cella serisini çıkarmaya karar verdim. 

Cella serisinde güncel veya kadim, olay veya kavram yani mağara duvarındaki yansımalarda neyi anlayabiliyorsam, anladığım şeyleri eleştirerek ve yazarak hakikat yolculuğuma kilometre taşları dizmek istiyorum.