24 Aralık 2018 Pazartesi

Cella - Köle Olmayabilmek


Hepimiz bir hayatın içine doğduk. Daha kendimiz olamadan hayatlarımızın bizim için verdiği kararlara uyduk ve hala uyuyoruz, kendimiz olabilsek dahi. Okullar okuyoruz, arkadaşlar ediniyoruz, meslekler ediniyoruz. Okuduğumuz okullar ya evimize en yakın okullar ya da bizim için en faydalı olduğu düşünülmüş okullar, arkadaşlıklarımız ise sadece aynı zamanda aynı mekânda olmanın getirdiği münasebetin sonucu, sahip olduğumuz meslekler ise bize en rahat idame ettirebileceğimiz hayatı sunan meslekler…

Doğal olarak soruyoruz kendimize, “Bu hayat benim hayatım mı?” diye. Hayatımızda verilmiş kararların kaçını kendimizin verdiğini düşünüyoruz. Kararları biraz da kendimiz vermek istiyoruz, en azından kararda birazcık payımızın olmasını…

Fakat toplum çok büyük ve çok mühim bir organizma. Ürünlerin üretilmesi, çocukların eğitilmesi, binaların inşa edilmesi, insanların ulaştırılması, sanatın yapılması, şarkıların söylenmesi, yemeklerin yapılması ve birçok şeyin halledilmesi gerekmekte. Böyle büyük bir organizmanın varlığı, insanlara hizmet ettiği gibi onları determine de ediyor. Dolayısıyla bir tanecik insancığın vereceği bir karar, bütün bir toplumun işleyişi bakımından ona bırakılamayacak kadar mühim.

Ne yazık ki, insan, onurlu bir şekilde özgürce karar verebilmek için toplum ile bütün alışverişini kestiğinde, bu sefer de kendisini doğanın kucağında buluyor. Bu sefer de odunların toplanması, hayvanın avlanması, yemeğin pişirilmesi, mağaranın bulunması gerekiyor. Bu sefer de insanın kararları doğa tarafından determine ediliyor. Zira sonuçta ısınabilmek için en kuru odunlar toplanılıyor, doyabilmek için en kolay avlanılan hayvan avlanılıyor, barınmak için en uygun mağarada barınılıyor. Okul, arkadaşlar ve meslek gibi toplumsal kararlaştırılmışlıklar bu sefer de doğa tarafından kararlaştırılmış odun, hayvan ve barınak olarak tezahür ediyor.

Dolayısıyla dünyevi sebepler üzerine inşa edilen organizmalar, içinde bulundurduğu özneleri determine ediyor. Dünyadan çıkan ve onun üzerine kurulan her düşünce, her duygu, her yapı, her sistem, her organizma bir başkasını determine etmek üzerinden var oluyor. Birlikte yaşamak, ticaret, siyaset, doğa gibi dünya üzerine inşa edilen organizmalar öznelerin birbirlerini organik olarak determine etmesi üzerine oluşuyorlar. Bu organizmaların devamlılığı, öznelerin birbirleriyle organik kararlaştırılmışlıklar üzerinden etkileşim kurmasıyla mümkün olabiliyor.

Dolayısıyla organizmanın devamına yönelik davranmak - eşyanın tabiatına uygun davranmak - insanı belirli kararlaştırılmışlıkların içine hapsediyor. Zira eşyalar, eşyanın tabiatına uygun davranırlar ve eşyalar karar veremezler. Doğal olarak eşyaya tâbi olanlar da karar veremezler.

O yüzden insanı eşyadan ayıran şey, eşyaya tâbi olmayabilmesi olmalıdır. Bütün yaşamsal ögelerden kendini soyutlayıp, eşyanın tabiatı dışında hareket edebilmesi olmalıdır. Ancak ve ancak eşyanın tabiatından çıkabildiğinde insan, belirli kararlaştırılmışlıkların dışında kendi olabilir. Ve ancak o zaman, insan isteyebilir. Eşyanın tabiatına uymayabildiğinde insan, bütün özgürlüğüyle, bütün iradesiyle, bütün kendiliğiyle isteyebilir.

Yani bir toplumdaki insan ancak evine en yakın veya kendisine en faydalı olan okula gitmeyebildiğinde, sadece ve sadece aynı zamanı ve mekânı paylaştığı insanlarla arkadaş olmayabildiğinde, hayatını en rahat idame ettiren mesleği seçmeyebildiğinde ancak isteyebilir. Ancak o zaman onun için kararlaştırılmış şeyleri yapıp yapmamayı isteyebilir, yapmayı istediğinde de kendi istediği biçimde yapmayı isteyebilir. Dolayısıyla isteyebilen bir toplum insanı, kendi istediği okulu okuyan, kendi istediği insanlarla münasebet kuran, kendi istediği meslek ile toplum organizmasına hizmet edip geçimini sağlayan bir insandır. İsteyebilen insan, kararlaştırılmışlıkların ötesinde karar verebilen bir insandır.

Dolayısıyla isteyebilen insanda tezahür eden iyiliğin ve kötülüğün, doğruluğun ve yanlışlığın, güzelliğin ve çirkinliğin müsebbibi sadece kendisidir. İsteyemeyen bir insanda tezahür eden ilkeler veya ilkesizlikler, o insanın iradesinden bağımsız bir şekilde tezahür eder, çünkü ilkeler veya ilkesizliklerin ortaya çıkışı büyük bir organizma tarafından kararlaştırılmıştır ve isteyemeyen bir insanın kararlaştırılmışlıklara karşı bir iradesi yoktur. İsteyebilen insan iyi, doğru, güzel veya kötü, yanlış, çirkin olabilir. Bundan hareketle sorumluluk, sadece ve sadece isteyebilen insanda aranabilir.

Tarih boyunca irade sahibi olamamış insanlar köle olarak nitelendirilmişler. Köleler başka insanlar tarafından kararlaştırılmış işleri yapar, başka insanlar tarafından kararlaştırılmış yemeği yer ve başka insanlar tarafından kararlaştırılmış yerde uyurlar. Köleler, yapıları gereği isteyemezler. Dolayısıyla “isteyemeyen insan” kavramı tarih süresince köle olarak vücut bulmuştur. Köle sınıfının olmadığı günümüz toplumsal yapısında, toplumsal yapıdan bağımsız bir kendilik idraksizliği olan “isteyemeyen insan” kavramı da “varoluşsal köle” olarak, iç dünyamızda ortaya çıkmaktadır. “isteyebilen İnsan” kavramı için de sadece “İnsan” demek yeterli olmalı, zira İnsan irade sahibi tek canlıdır.

Dolayısıyla, dünyevi sebepler üzerine inşa edilen hayatın içine doğan insan, bütün kararlaştırılmışlıkların ötesinde, eşyanın tabiatına aykırı davranabilerek İnsan olur. Dolayısıyla İnsan’lar isteyebilirler, irade gösterebilirler, çünkü kararlaştırılmışlıklar ötesinde bir kendilik idrakleri vardır. Bunun yanında kararlaştırılmışlıkların ötesine geçemeyen, dünyevi sebepler üzerine inşa edilen organizmada diğer öznelerle kararlaştırılmışlıklar üzerinden etkileşim gösteren insan, varoluşsal köledir, çünkü onun için verilen kararları isteyebilme veya isteyememe gibi bir durum yoktur, zira o kararların karşısında onun bir kendilik idraki yoktur, hatta kendisinin kendilik idrakinin varlığından haberi yoktur.

Tarihin bütün sürecinde kararlaştırılmışlıklar oldu. Bütün insanlık sürecinde insanlar doğa tarafından, toplum tarafından, din tarafından ve daha birçok taraftan belirli kararlaştırılmışlıklarla yüzleşti. Kararlaştırılmışlıkların çehresi değişse de, her zaman varoluşsal köleler ve İnsan’lar var oldu. Biz ise, bütün bir tarihe bakarak sadece ve sadece İnsan’ları seçebiliyoruz, zira bütün varoluşsal köleler kayboluyor tarihte. İnsan, bütün bir insanlık tarihinde bile parıldayabilecek bir ışık saçıyor, bütün hür iradesiyle. İnsan olmak, diğer bütün insanlardan farkı oluyor o İnsan’ların.

Eşyaya tâbi olmak olağan olandır. Olağan dışı olan, farklı olan ise eşyanın tabiatına uymayabilmekten kaynaklanır. Dolayısıyla olağan dışılık ve farklılık ancak ve ancak İnsanlıkla mümkün olabilir. Unutmamak gerekir ki, tarih farklı olanları unutmamıştır, iyileri de kötüleri de. Zalim hükümdarlar da adil hükümdarlar da olağan dışıdırlar ve tarih sayfalarında parlarlar. Buna karşın, hükümdar olmasına rağmen varoluşsal köle kalmış nice insanlar bütün olağanlıklarıyla unutulmuşlardır. Dolayısıyla İnsan olmak, farklı olmayı beraberinde getirir. Farklı olmak da doğal olarak İnsan olmayı beraberinde getiriyor.

Dünya üzerinde dünyevi sebeplerden kaynaklanmayan düşünceler, duygular, hareketler ve davranışlar dünyevi sebeplerden kaynaklanan, eşyanın tabiatının sonucu organik kararlaştırılmışlığın ürünü olan düşüncelerden, duygulardan, hareketlerden ve davranışlardan farklılık gösterirler. Aynı zamanda Dünya üzerinde, dünyevi sebeplerden kaynaklanan organik kararlaştırılmışlığın ürünü olan düşüncelerden, duygulardan, hareketlerden ve davranışlardan farklı olan ne varsa bir İnsan ürünü olmalıdır, zira kararlaştırılmışlık dışıdır yani olağan dışıdır. Farklılık İnsan’dan kaynaklanır.

Bu farklılığı toplumlar nezdinde ele alırsak, toplumlardaki farklılığı da İnsan olmakla açıklayabiliriz. Zira eşya tabiatına uygun bütün davranışları her toplumdan insan yapıyor. Her insan yemek yiyor, giyiniyor, uyuyor. Fakat farklı toplumun insanları farklı yemeği farklı şekilde yerken, farkı giysiler giyiniyor ve farklı yatak örtülerinin üzerinde uyuyor. Farklı toplumun insanları farklı inanıyor, farklı şarkı söylüyor, farklı konuşuyor, farklı davranıyor, sevgisini farklı ifade ediyor. Ardından bütün bu farklar bir “Kültür” kavramında toplanıyor. O toplumun İnsan’larının o topluma mâl olmuş birikimlerinin adı oluyor kültür. O toplumu diğer toplumlardan farklılaştıran, İnsanlaştıran yani toplum halinde eşyanın tabiatına aykırı davranabilme alışkanlığı getiren birikimler…

Dolayısıyla, bir toplumun bir başka toplumun kölesi olması da bu farklılıklarını yitirmesi olarak anlaşılabilir. Kendi toplumunun İnsan’larının birikimleriyle toplumsal olarak edinilmiş farklılıkları terk etmek, olağanlaşmak, sıradanlaşmak, herkesleşmek…

Bir gıdayı farklı pişirmek, bir sözü farklı söylemek, fark edilmeyen ufak alışkanlıklar dâhil olmak üzere bütün kültürel birikimlerimiz aslında toplumsal özgürlüğümüzün birer sembolü. Toplum olarak kendimiz olduğumuz, farklı olduğumuz alan kültür. Dolayısıyla toplumsal özgürlük, toplumsal bağımsızlık bütün farklılıklarımızın, bütün kültürel birikimimizin yaşanması anlamına geliyor, eşyanın tabiatından bağımsız bir şekilde.

Toplumlar arasındaki kültürel farklılık, o toplumun insanlarının eşyanın tabiatına aykırı davranabildiği yani İnsan olabildiği alanlarda tezahür eder. Dünyevi kararlaştırılmışlığın ötesinde ortaya çıkan bu farklılıklar, o toplumun İnsan’lığının, kendiliğinin ortaya çıktığı yerlerdir. Farklılıklarını yitiren ve dünyevi kararlaştırılmışlıkların sıradanlaştırdığı toplumlar, irade sahibi olmayan köle toplumlardır, çünkü onlar herkesleşmişlerdir, eşyalaşmışlardır. Bir toplumun özgürlüğü, bağımsızlığı ve kendiliği, kendi farklılığını iyisiyle kötüsüyle benimseyebilmesinden, yaşayabilmesinden geçer. Farklılığı olmayan veyahut farklılığını yaşayamayan – ve doğal olarak onu muhafaza etmeye çalışan – toplumlar ise özgürlüğünü ve özgünlüğünü kaybetmiş insan topluluklarıdır. Ne yazık ki bu insanlar, başka toplumların kölesi olmuşlardır.

Herkesin herkesleştiği bir dünyada yaşıyoruz artık. Bütün dünya insanları olarak aynı telefonlar, aynı hamburger, aynı kola, aynı kot pantolon, aynı takım elbise, aynı güncel konular, aynı apartman dairesi, aynı araba, aynı okul, aynı bilim, aynı televizyon programı, aynı sosyal medya, aynı masa, aynı kitaplık içerisinde aynı hayatı yaşıyoruz. Bütün insanlığın aynı ürünleri kullandığı, kültürünü eşyaya işleyemeden eşyayla eşyanın tabiatına uygun ilişki kurduğu bir dönem içerisindeyiz. Galiba eşya ile kurduğumuz dünya ötesi ilişkiyi kaybettik. Artık kimse ormana girdiğinde genç ağaçlar korkmasın diye baltasını beze sarmayacak, artık kimse nevresimine nakış yapmayacak, artık kimse müşterisini siftah yapmamış esnafa yönlendirmeyecek, artık kimse bir ömür aynı eşyayı kullanamayacak…

Şükürler olsun ki insanlarla olan ilişkilerde kültürler arası farklılık bir nebze devam ediyor. Dünyevi kararlaştırılmışlığın en yoğun olduğu siyaset, ticaret ve (herkesleşmiş) din alanında her ne kadar farklı kültürlerin farklı insanları aynı sıradan konuyu, aynı sıradan argümanlarla, aynı üslupla konuşsalar da dünya insanlarının aileleri ve yakınlarıyla kurduğu ilişkilerde farklılığın yani dünya ötesinden kaynaklanan isteğin ve iradenin yani kültürün izi sürülebiliyor.

Sıradanlaşmanın, herkesleşmenin, olağanlığın içerisinde köle olmayabilmek gerek, belki reddederek, belki isteyerek, belki inanarak, belki aşık olarak...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder