Muhakkak ben de
öleceğim. Ben de öleceğim ve benden sonrakilerinin geçmişi olacağım. Benden
sonrakiler, benim içinde tuğla olduğum bir hayatın içinde doğacaklar,
kendilerini o hayatın içinde bulacaklar. Kendilerini hayatlarının tuğlalarına,
yani bana bakarak tanıyacaklar. Ve öyle ondan sonrakilerinin hayatlarının
tuğlaları olacaklar.
Hayatımın
tuğlalarına bakıyorum, kendimi tanımak için. Ve görüyor, hissediyor ve
öğreniyorum ki, bu tuğlalar üzerime bir hapishane inşa etmemişler. Bu tuğlalar
beni soğuktan, fırtınadan, yaşamsal mücadeleden koruyan, duvarlarında pencere
olan bir barınak inşa etmişler. Bunu bana tuğlalar anlatıyorlar fakat ben
gördüğümde anlıyorum. Görüyorum ki, hayatımı inşa eden tuğlaların üstünde
fırtınanın izleri var. Zamanında fırtına içerisinde yaşam mücadelesi veren
benden öncekiler, şimdi bir taraflarında soğukla mücadele ederken diğer
taraflarında bana sıcak ve huzurlu bir hayat inşa edebilmek için bir araya
gelmişler.
Fırtına
içerisinde yapayalnız kalmışlar. Ardından bir gaye, onların mücadele kaynağı
olmuş. Bu gaye o kadar kuvvetliymiş ki, bazılarını açık pencerenin karşısında intiharın
eşiğinden kurtarmış. O kadar kuvvetliymiş ki, bazıları işkence görürken ölmek
pahasına bu gayeye tutunmuş. Öyleymiş ki, bazıları yaşam kaynağını satmış onu
koruyabilmek için. Tabi ben pencereden dışarı bakıp, tuğlaların bana
anlattıkları gayeyi tahayyül ediyorum, sonuçta ben hayatımın içindeyim.
Bana fırtına
içindeki mücadelelerini anlatıyorlar, o mücadelede nasıl kendi olduklarını.
Edindikleri gayenin kutsiyetini anlatıyorlar. İman ettiklerini anlatıyorlar
bana gayeleri içlerine üflendiğinde. Hayatımın duvarlarını yıkmak istiyorum ben
de, o tuğlaları yıkıp fırtınada yalnız kalıp o gayeye sahip olmak istiyorum.
Üşümek istiyorum, yaşamımla mücadele etmek istiyorum, yapayalnız kalmak
istiyorum ki, o gaye benim olsun.
Fakat ben
fırtınanın içerisinde yapayalnız değilim. Hiçbir zaman yapayalnız da
hissetmedim. Çünkü ben büyürken vatanım, milletim, dinim, devletim, kültürüm,
soyum, bütün değerlerim yanımdaydı. O tuğlalar, bana o kadar geniş bir barınak
kurmuşlardı ki, bütün değerleri içine sığdırabilmişlerdi her ne kadar zor olsa
da… Ben bir neslin gayrimeşru çocuğu olarak ortada bırakılmamıştım, sıcak ve
huzurlu bir barınakta; beni ben yapan bütün etkenleri içselleştirerek
büyümüştüm.
Muhakkak ben de
öleceğim. Ben de bir tuğla olacağım. Peki, benim hakikatim ne olacak? Benim
gayem ne olacak? Bana hiç gaye üflenmeyecek mi? Bu huzurlu barınakta hakikati
tuğlaların arkasında kovalayabilecekken pısırık bir şekilde ölecek miyim? Barınak
duvarında iyi bir tuğla da olamam, fırtınayla hiç mücadele etmedim ki ben.
Böyle olmamalı… O yüce gayeye hizmet eden o insanlar, kendilerinden sonrasının
kurdukları barınağı çürütmesini hak etmediler…
Sonra barınağın
içine baktım. Benim kutsal mücadelem burada olmalıydı! Asıl benim kendim
olduğum yer bizatihi burasıydı. Dolayısıyla kendim olmam gereken yer de burası
olmalıydı. Eğer ki ben bu barınakta kendim olacaksam, beni ben yapan hayatın
bütün değerleri burada gerçekleşmeliydi. Bu barınakta iyilik, doğruluk ve
güzellik olmalıydı. Benim barınağımda iyilik, doğruluk ve güzellik olmalıydı!
Benden öncekilerin fırtınada mücadeleleriyle var ettikleri ve bana teslim
ettikleri barınağım; güzel bir barınak olmalıydı. İçinde iyiliğin yaşandığı,
doğrunun konuşulduğu güzel bir barınak…
Benden sonrakilerinin içine doğduğu bir
yuva…
Belki benden
sonrakiler beni göremeyecekler. Barınağı barınak yapan tuğla gözükür fakat
barınağı yuva yapan huzur hissedilir. Benim gayem o hissi var kılmak olmalıydı!
Ben, barınağımın
içine Tanrı’yı getirmeliydim. Öyle getirmeliydim ki, burası Kâbe olmalıydı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder