30 Mayıs 2014 Cuma

Beşer - Din - İnsan

    Ademoğlu'nun beşerden İnsan'a olan yolculuğu oldukça soyut. Peki bu yolculuk yaşadığımız fani dünyada neye takabül ediyor? Neye tekabül etmeli?
    Din'i tanımlamak gerekirse: Din, bireyin yaşamını Tanrı'ya göre belirlemesidir. Burada Din, insanın dizi parçalana kadar ibadet etmesidir, tanımı uygulanmamıştır. Gayet basit bir şekilde, bireyin yaşamını Allah'ın emri altında yaşamasıdır. Bu yaşayış tarzı soyut bir duruma yol açmamakla birlikte, her bireyin anlayabileceği kadar basit ve gündelik hayattandır. Ama bu o kadar da kolay bir şey değildir.
   Şimdi bakınca insanlaşmak, buzdağının görünmeyen tarafına itafen buzdağının görünen kısmında yaşamak idi. Din, bireyin yaptığı her davranışta Allah'ı düşünmesiyle onu her zaman insanlaştırır aynı zamanda. Din burada beşerin insanlaşma yolculuğundaki yolu aydınlatan ilahi bir fener oluyor. Bundan dolayı Din hiçbir şekilde soyut ve bu dünyadan uzak kabul edilmemelidir, hatta ve hatta Din fani dünyayı esas alır. Öyle ki, kimin ne olduğu bu dünyadaki yaptıklarıyla bellidir.
   Peki burada İnsan'a ne düşüyor? İnsan'a düşen iki tür sorumluluk vardır: Bireysel sorumluluk ve toplumsal sorumluluk.
   İnsan'ın bireysel sorumluluğu hakkında Bilinç başlıklı yazımda bahsetmiştim. Burada beşerin insanlaşıp, ilahi bir dünyagörüşüne sahip olması bir lütuftur. Burada İnsan'a düşen görev ise bu dünyagörüşünü sürekli olarak tazelemesi ve bu yönde ilim ve irfan sahibi olmasıdır.
   İnsanın toplumsal sorumluluğu ise Din'in gereği olarak bu algısını gündelik hayatına taşımasıdır. Zulüm gördüğü yerde mazlumu savunması, haksızlığı görmezden gelmemesidir İnsan'a düşen toplumsal görev. Gördüğü yanlışı düzeltmeli, beşerlere insanlaşma yönünde yardımlar yapmalıdır. Ona lütfedilen bu hikmeti kendine saklamamalı, bunu topluma açmalıdır.

27 Mayıs 2014 Salı

BİLİNÇ

   Ademoğlu başlıklı yazımda İnsan ile Beşer arasındaki farkı belirtmiş, bugünkü toplumun beşerleşme probleminden bahsetmiştim. Peki birey, yaşamsal ihtiyaçlarını karşıladıktan hemen sonra İnsan mı olur? Hayır. Bu noktada beşerin insanlaşabilmesi için bilinçlenmesi gereklidir.
   Dünyevi hayatı bir buzdağı olarak betimleyebiliriz. Buzdağı, beşeri hayatın temellendiği mekandır. Öyle ki beşerler, buzdağında olup bitene bakarlar ve gerisi onların umrunda olmaz. Ama beşer, buzdağını aşar, buzdağına doyar ve böylelikle buzdağını sorgulamaya başlarsa insanlaşmaya başlar. Buzdağını alt ettikten sonra buzdağını sorgulayarak, buzdağının görünmeyen (ve görünmeyecek olan) kısmını araştırır. Buzdağının görünmeyen kısmına ait bulduğu her çıkarım onun buzdağına bakış açısını ve buzdağındaki yaşamını etkilemeye başlar.Öyle ki, buzdağına her baktığında, buzdağının görünmeyen kısmı aklına gelir ve artık buzdağını, buzdağının görünmeyen kısmı üzerinden betimlemeye başlar. Buzdağına karşı oluşan bu yeni bakış açısı onun bilinçlediğinin göstergesidir. Yani beşer, insanlaşmıştır.
   Verdiğim örnekten de anlaşılabileceği gibi, İnsan olabilmek için bilinç şarttır. Beşer o buzdağının üstüne yüzlerce gökdelen dikse de, orası yine buzdağının görünen kısmında olacaktır.Bu gökdelenlerin büyük, yüce, ulu olan buzdağının görünmeyen kısmı ile ilişkisi olmadığından, gökdelen diken bireyin ilk beşerden farkı kalmayacaktır. Çünkü ikisi de buzdağının görünmeyen kısmı konusunda bilinçlenmemişlerdir. Bilinç ki beşeri İnsan yapansa, o zaman bu iki bireyin de beşer oldukları açıktır, yani bu bireyler dünyevi hayat yaşayıp yemelerine,içmelerine bakarlar.
   İşin İslami boyutuna baktığımda çok şaşırdım.Sordum kendime: Neden abdest almadan,namaz kılmadan önce niyet ediyoruz, neden helal bir işe başlarken besmele çekmeliyiz? Bunu sadece bir ritüel olarak gören ben, şu an şaşkınlığımı gizleyemiyorum. Eğer ki biz;  ne söylediğimizi bilerek ve düşünerek niyet edersek, bütün bu ritüel esnasında müthiş bir şekilde bilinçlenmiş oluyoruz. Öyle ki abdest almadan, namaz kılmadan ve hayırlı bir iş yapmadan önce sürekli Allah'ın rızasını amacıyla yaptığımızı belirtiyoruz. Yani İslam'ın bize aşıladığı bilinç, hayatımızı Allah rızası için sürdürmek. Böyle bir ritüelde ne kadar yüce bir anlam gizliymiş! Demek ki ben, bana söylenen bu ritüellere bilinçli bir şekilde uyarsam, müthiş bir bilinç kazanmış olacağım. Öyle bir bilinç ki, görünmeyen buzdağı kısmını sonsuzlaştıran ve olabilecek en yüce haline getiren bir bilinç. İlahi bir bilinç!
   Bilinç, bireyin insanlaşmasında gereklidir. Ama birey hep İnsan kalamaz, fani dünya onu sürekli kendine çeker ve böylelikle birey acıkır, susar. Bu ihtiyaçları giderdikten sonra bireyin tekrar insanlaşabilmesi için tekrardan bilinçlenmesi mecburidir. Bundan dolayı gün içerisinde inanamayacağımız kadar çok niyet tazelememiz gerekmektedir, çünkü her nefes alışımızda beşerileşiyoruz. Hz. Ömer demiştir ki: "Ben savaşmaktan yorulmadım bilakis hergün niyet tazelemekten yoruldum." Şimdi görüyorum ki, namazda bile, her iki rekatta bir Kelime-i Şehadet getiriyoruz. Öyle ki; beşer, en çok namazda insanileşme fırsatı bulmasına rağmen... 
   Demek ki diğer zamanlarda ne kadar İnsan kalabiliyoruz?

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Varlık Felsefesİ

   Varlık felsefesi her zaman ilgimi çekmiştir. Çok büyük bir düşüncedir, sorudur "Varlık var mı?" sorusu. Soru ne kadar basit kurulsa da arkasında sakladığı anlam çok daha büyüktür. Varlık felsefesi hakkında pek de bireysel bir çalışmam olmadı, ama okuldan gördüğüm kadarıyla insanlığın varlığa bakış açısı hakkında ufak çıkarımlarda bulundum.
   "Varlık var mı?" sorusunda tanımlanan varlık, nedensiz ve sonsuz olandır. Bu konuya dikkat çekmek isterim. Yani ortada "Bu masa gözüküyor da, ya yoksa?" gibi avam seviyede bir felsefe değildir. Ben,şahsen varlık felsefesinin çıkış noktasını, dine bağlı olmadan Tanrı'yı arama uğraşı olarak görüyorum. Filozoflar hayatlarının ne kadar fani olduğunu görüp, fani olmayan, her zaman her yerde sadece O olduğu için O olan bir varlığın olup olamayacağını kendilerine sormuşlardır. Varlık felsefesi sonradan bu soyutsallığını kaybetse de, sonradan dediğim avam seviyeye dönüşmüş olsa da, başlarda gerçekten hakikati arama uğraşı olduğunu düşünüyorum.
    Bir sürü düşünce sıraladım ama arkası bomboş. Düşüncenin ispatlanabilir olması gerekir yoksa o düşünce "bence" ile başlayan bir hayale dönüşür. Varlığın olmadığını ileri süren sofistlerden olan Gorgias demiş ki " Varlık yoktur, olsa da bilinmez, bilinse bile aktarılamaz." Ne kadar büyük bir söz! Demiş ki Gorgias, varlık çok yüce bir şeydir, o kadar yücedir ki biz onu bu fani dünyada bilemeyiz, bilsek bile onu anlatıcak kelime bulamayız. Burada varlığı ne derece yücelttiği anlaşılabilir.
Bu yönden sofistlerin varlığa bakış açılarına şaşmamak elde değil. Platon ise benzer bir düşünce tarzıyla farklı bir sonuca varır. İki dünya tasarlar, nesnel dünya ve idealar dünyası. Fani dünya ve Tanrı katında dünya... Platon bu iki dünya arasındaki mesafeyi sofistler gibi kurulmaz kılmamıştır, bu iki dünya arasında kurduğu tek köprü akıl köprüsüdür.
    Demokritos'un varlığı atomla eşitlemesi ise varlık felsefesini bambaşka bir yola yöneltmiştir. Artık Dünya'yı fani gören, yüceliği araştıran filozoflar gitmiş, yerine varlıkla maddeyi eşitleyen, felsefeyi avam seviyede kılan filozoflar gelmiştir. Demokritos varlığı masayla eşitlemiş "Acaba bu masa neyden oluşuyor?" diye düşünmüştür. Böyle olunca önceden Tanrı'yı arama uğraşı olan güzelim varlık felsefesi, varlığı beş duyuyla algılanmaya mahkum etmiştir. Demokritos'un bu görüşü varlık felsefesine bir virüs enjekte etmiştir. Çünkü onlardan sonra gelen filozoflar varlık felsefesinin gayesini doğru anlamamış, bundan dolayı da yüzeysel kalmışlardır.
    Velhasıl kelam,o dönemin bütün filozoflarında bu tarz bir Tanrı arayışını görebileceğimizi düşünüyorum. Dediğim gibi bilgim derste dinlediğim bir iki cümlelerdir ama sonuç olarak, insan gerçekten hayret ediyor!

Ademoğlu?

    Dünya'daki bütün insanları tek tek analiz edemeyeceğimiz bir gerçek. Başka bir gerçek ise bütün insanların kökünün aynı olduğu. Öyleyse bu kökü incelediğimizde, genel anlamda insanla alakalı önemli çıkarımlar elde edebiliriz. Bu ise bizi direk Yaratılış Kıssası'na götürüyor.
    Yaratılış Kıssası'nda görüleceği gibi Adem, kokuşmuş balçığa Allah'ın ruhunun üflenmesiyle yaratıldı. Bu ne demek? Yani kokuşmuş, değersiz bir pislik ile Allah'ın ruhunun buluşması Adem'de meydana geliyor. Bu bizim için ne ima etmeli? Kıssadan da anlaşılabileceği gibi Adem'in iki yanı vardır. Ben bunlara Ali Şeriati gibi İnsan ve Beşer olarak adlandıracağım.
     Beşer kimdir?
     Beşer, ademoğlunun somut Dünya'da yaşayan hayvanî parçasıdır. Ademoğulları bu yönden,biyolojide de olduğu gibi, hayvanlar kategorisine girer. Yani nasıl bir kaplan acıkır ve avlanıp avını yedikten sonra yaşamsal ihtiyaçlarını gideriyorsa Adem de yaşamını devam ettirebilmek için et yer, meyve yer, su içer, uyur, dinlenir. Bu gayet normal bir şey olduğu gibi, bizim bu gerçeği yok saymamamız gerekmektedir. Öyle ki insan sadece ve sadece yaşamsal ihtiyaçlarını giderdikten sonra düşünebilir, yazabilir, çizebilir. Yani beşer, insanın somut Dünya'da yaşayabilme içgüdüsüdür.
     İnsan kimdir?
     Tamam, Adem de hayvan gibi yiyip içiyor ama arada bir fark vardır herhalde. İşte bu Allah'ın ruhudur.İnsan dediğimiz bölüm ise Allah'ın ruhunu temsil etmektedir. Çünkü Allah'ın ruhu olmadan insan bir beşer olur ve sadece yaşamını sürdürmek için yaşar.İnsan aşaması ise böylelikle Adem'in yaşamsal ihtiyaçlarını giderdikten sonraki halidir. Bu Adem artık sorular sorar, hayatı sorgular ve bu düşünceleriyle somut Dünya'dan ayrılır. Kokuşmuş balçıktan ayrılıp kendine üflenen ruhun aslını araştırır. Bu Adem için artık Dünya pek de önemli değildir, Ama ne zaman ki İnsan acıkır, hemen bu düşüncelerini,sorularını halının altına süpürür ve yaşamsal sürekliliğini devam ettirebilmek için uğraşta bulunur.
      Antik Yunan'a baktığımızda ise, o dönemlerde bir sürü filozofun, sanatçının ve alimin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu bir rastlantı mı? Kesinlikle değil. Antik Yunan'ın topumsal sınıflarını incelediğimizde yaklaşık olarak nüfusun %60'ının köle olduğunu görüyoruz. Bu da bize gösteriyor ki, Antik Yunan'da bir Yunanlı'ya en az bir köle düşüyordu. Buradan da anlaşılabileceği gibi demek ki, köleler sahiplerinin yaşamsal ihtiyaçlarını gideriyorlardı, sahipleri ise derin düşüncelere dalıyorlardı. Yaşadıkları hayat için uğraşmadıklarından, hayatın nedenini sorguluyorlardı kendilerine.
Bir parantez açıp demeliyim ki, her ademoğlunda insan ve beşer kısmı bulunmaktadır. Yani Yunanlılar kölelere kölelik yapsalardı, o zaman köleler filozof,sanatkâr veya alim olurlardı. Burada Adem'e ve onun soyundan gelen herkese verilmiş olan özellik ise, yaşamsal ihtiyaçlarını giderdikten sonra düşünsel bir yolculuğa çıkmalarıdır. 
      İçinde yaşadığımız toplumların ve sistemlerin, bireyleri yaşam mücadelesine mahkum bir hayata mecbur bırakmaları, bu kişilerin insanlaşma yoluna bir bariyer çekmektedir. Bu tahmin edilemez derecede bir zulümdür. Bu özelliğe sahip bütün ademoğullarına yapılmış bu zulüm, onları beşeri sisteme mahkum eder, hayvanlaştırır. Günümüze bakacak olursak, insanların beşerleştirilmesi sadece ay sonunu hesaplayan kişilere yapılmıyor, medyatik özendirmelerle,reklamlarla, trendlerle beşeri hayat, süslemelerle özendiriliyor. Oysa insan bilmelidir ki, yaşamasını gerektirdikten sonraki her eylemi insanlaşmak üzere olmalıdır. Bugün ise fakiri ve zengini olmak üzere herkes; beşeri hayata, oluşan ekonomik sistem tarafından mahkum edilmiştir. Biri lokmasının derdinde, diğeri de markasının...

Tarih Felsefesi- Karl Marx vs. Ali Şeriati



Marksizm

Her ideolojide olduğu gibi ideoloji, ideolojiyi kuranın ismini alır fakat başka ideologların yorumlarıyla hatırlanır. Öyle ki Marksizm denince artık akla sadece Karl Marks’ın düşünceleri gelmez, ona getirilen yorumlar akla gelir. Bu yorumları derecelendirirsek üç çeşit Marksizm ortaya çıkar.
      1.      Bilimsel Marksizm
      2.      Devlet Marksizmi
      3.      Avam Marksizmi
Bilimsel Marksizm ve Devlet Marksizmi için gereken altyapı bende bulunmamaktadır. Bundan dolayı sadece avam seviyede Marksizmi inceleyeceğim.

Tarihsel Materyalizm

Tarihsel Materyalizm demek, Tarihsel Determinizm’in tersine, bireyin tarihin akışında iradesinin olmaması demektir. Öyle ki tarih belirli kurallara göre hareket eder, bundan dolayı nereden geldiği ve nereye gideceği tamamen bellidir, insan (birey) ise bu tarih dalgasında çırpınıp durur. İnsan Tarihsel Materyalizm ’de nehir içinde yüzen balık gibidir. Balık nehir içinde ister akıntıya doğru ister akıntı yönünde yüzer ama nehir yine akacağı yere akar ve böylelikle balığın ulaşacağı son da nehir tarafından belirlenmiştir zaten. Avam Marksizmi’nde böyle bir tarih görüşü esastır. Bu tarih görüşünün temelinde ekonomik insan algısı yatar. Mülkiyet paylaşımı tarihi etkileyen tek faktördür. Her ne kadar toplumların hareketi tarihi belirlese de birey bu tarihin akışında etkisizdir ve ister istemez bu tarihten de etkilenir. Öyle ki ben 21. yy ’da değil de 12. yy ‘da yaşasaydım daha faklı düşünür, daha farklı konuşur, daha farklı yaşardım.

Avam Marksizmi’nde Tarih

Avam Marksizmi’nde tarih mülkiyetle başlar. Zaten tarihe güç ve siyasi bakışın tersine sadece mülkiyet temelli bakılacağını belirtmiştim. İnsanlar mülkiyetten önce beraber, kardeşçe, uyum içerisinde yaşıyorlardı. Doğa ile uyum içerisinde, doğaya zarar vermeden, toplayıcılık veya avcılık yaparak yaşamlarını sürdürüyorlardı. Sonra bir insan toprağı işlemeyi öğrendi ve böylelikle kendine büyük bir parça toprak sahiplendi. Eski üretim araçları olan toplayıcılık ve hayvancılık gitmiş artık toprak merkezli bir yaşam söz konusu olmaya başlamıştır. Toprağı işlemesini bilen ve toprağa “sahip” olan bu insan, toplayıcılık ve avcılıkla yaşamını sürdüren insanlara egemen oldu ve artık diğer insanlar onun toprağında çalışmaya başladılar. Üretim aracının değiştiği ilk dönemde, tarihin başlangıcında sınıfsal ayrımcılık da başlar. Bir tarafta toprak sahibi, diğer tarafta toprak işleyenler… Üretilen bütün hasılat ise toprak sahibine gitmek zorundaydı çünkü toprak onun ise ondan elde edilen de onun olmalıydı. Toprak sahibinin gücü gitgide arttı ve artık toprak işleyenler onun kölesi konumuna geldiler. Artık toprak sahibi çalışmadan para kazanıyor, köleler ise onu yaşatmak için çalışıyorlardı.
Lakin köylüler de bu durumdan rahatsız olmaya başladılar. Ortadaki adaletsizliği fark eden köleler, kölelik yapmalarının saçmalığını fark ettiler ve hak talebinde bulundular. Yapılan değişikle artık onlar köle değil “serf” olacaklardı. Serfler, toprakla alınıp satılan işçilerdi. Bir insana bağlı değillerdi, toprakla alınıp, toprakla satılıyorlardı.
Köylülerin serfleşmesi onlar adına bir başarı iken toprak sahipleri de boş durmuyordu. Toprak sahipleri inanılmaz gelirlere sahip olmuşlardır ve artık sermayedardırlar. Büyük sermayeleri ile daha fazla toprak alıp daha geniş alanlara hüküm sürdüler. Toprağı satın alınan toprak sahibi de sınıfsal rejimde alt sıralara kayıyordu. Böyle olunca sermaye tekelleşti. Yani büyük bir miktar toprak iki veya üç kişinin oldu ve diğer bütün insanlar bu toprağı işliyordu. Böylelikle feodalite başladı. Minik kentler kuruldu, bu kentte toprak sahibi sermayedarlar ve serfler vardı. Feodalite sisteminde bu iki sınıfın arasına üçüncü bir sınıf girdi. Burjuvalar… Bu insanlar bir kentten aldıklarını diğer kente satıyor, kentler arası ticaret yapıyorlardı. Burjuva kesmi ne serften fakir ne de toprak sahibinden zengindi.
Gün geçti bütün kent burjuvadan alışveriş yapınca burjuvanın gelirleri arttı. Artık kentin ileri gideni bile burjuvaya borçlu duruma düşmüş bulundu. Sermaye ticarete yenik düştü. Burjuva kesmi güçlendikçe burjuvaya borcu artan toprak sahibinin gücü tükendi ve kenti yönetemez duruma düştü. Böylelikle yönetim burjuvaya kaldı. Burjuva kentin sahibi konumuna yükseldi. Burjuva kenti yönetirken kentin âlimleri yaptıkları çalışmaları burjuvaya sattı. Artık o dönemin bilim adamları da tıpkı toprak sahibine çalışan köleler gibi burjuva için çalışıyordu. Bilim adamlarının bu çalışmaları sonucunda teknoloji açığa çıktı ve makine üretildi. Üretim aracında yapılan bu büyük değişiklik toplumu etkileyecekti elbet.
Makineleşmeyle beraber artık işçinin görevini de makina yapmaya başladı. Eskiden omzunda baltasıyla gezinen işçinin hiçbir vasfı kalmamış, bir makinenin başında bir vida sıkarak yaşamını sürdürüyordu. Bu büyük makinalaşma kapitalizmi beraberinde getirdi. Farkındalık kazanan işçi artık hayatını bir makinanın başında geçirmek istemedi, isyan etti. Emeğin hâkimiyeti, yani işçi sınıfının hâkimiyeti ile mülkiyetin ortadan kalktığı, en baştaki, düzen hedeflendi. Bu hayata komün hayat, yani herkesin kendi elinin emeğini yediği hayat…

Ali Şeriati’ye göre Tarih

Şimdi anlatacağım tarih felsefesi şahsıma ait olmayıp, İranlı sosyolog Ali Şeriati’nin kitaplarından anladıklarımdır. Ali Şeriati’ye göre tarih Habil ve Kabil kıssası ile başlar. Bütün tarih felsefesinin ana dinamikleri de bu kıssanın içinde bulunabilir.

Habil ve Kabil Kıssası

Habil ve Kabil Hz. Âdem’in çocuklarıdır. Habil toplayıcılık, avcılık ve hayvancılıkla yaşamını sürdürürken, Kabil ise çiftçilik yapmaktaydı. Kabil, ona uygun görülen eşi beğenmeyip Habil’in eşine talip olmuş, bu tartışma ve çatışma Hz. Âdem’e taşınmıştır. Hz. Âdem’in verdiği karar üzerine Habil ve Kabil Allah’a kurban sunarlar. Bunun sonucunda Habil en sevdiği ve en değerli gördüğü devesini kurban ederken, Kabil ise sararmış bir buğday başağı sunar. Lakin Kabil’in kurbanı kabul edilmez, bundan dolayı da itirazı kabul edilmez. Sonrasında ise kıssa Kabil’in Habil’i öldürmesiyle son bulur.

Ali Şeriati’ye göre Tarih Felsefesi

Şeriati bu olayı değerlendirirken Habil’in ve Kabil’in hayatını sürdürmek için kullandıkları üretim araçlarına dikkat çeker. Habil toplayıcılık ve hayvancılık yaparken tabiatla uyum içinde yaşar. Aynı zamanda Kabil’in değer verdiği başak da Kabil’in çiftçilik yaptığını gösterir. Çiftçilik ve tarım aynı Avam Marksizmi’nde olduğu gibi mülkiyet algısının sonucudur.. Öyle ki o toprağı sadece Kabil ekip, biçtiği için ondan elde ettiği mülkü de kendisine sayar. Ondandır ki Kabil, elde ettiklerinin değerlisini kurban etmez, sadece solgun bir başak kurban eder. Bu da Kabil’in elde ettiklerinin sadece ve sadece kendisine ait olduğunu düşündüğünün kanıtı olarak gösterilebilir.
Öyle ki bu kıssada da görülebilir ki Kabil burada üretim araçları yönünden toprak sahibi, Habil ise burada tabiata uygun yaşam sürdüren, avcı, toplayıcı olarak görülebilir. Kabil’in Habil’i öldürmesi ise zalimin mazluma karşı aldığı ilk galibiyettir. Çünkü Habil adaletin sembolü olarak doğru olanı uygularken, Kabil tabiata karşı geliyor, mülk ediniyor ve burada Habil ise Kabil’in önünde varlığıyla engel teşkil ediyor. Kabil’in Habil’i öldürmesiyle artık Kabil’in önünde engel kalmamış oluyor. Şeriati’ye insanlık tarihi artık Kabil’in egemenliği altındadır. Habilî olanlara artık isyan ve mücadele kalıyor. Artık tarih, sadece mülkiyet, güç, sermaye ve iktidar üzerinden kendini tanımlayanla hak, adalet, ortak paylaşım, tabiata uyum güdüsü içerisinde olanların savaşı olmuş olacaktır.
Şeirati, mülkiyet algısı üzerinden Marx’ın, cinsellik üzerinden Freud’un temellendirdiği insanlık tarihine farklı bir bakış açısı olarak şöyle yorumlamaktadır:
Cinsellik ve mülkiyet algısını bencilliğin ya da beni seçmenin bir sonucu olarak görmeliyiz. Asıl sorunun, insanlık tarihinde bireyin kişisel çıkarlarını toplumun gereksinimlerinin önüne koymasıdır. Böyle bir algı bencillikle beraber mülkiyet algısı ve fayda-çıkar merkezli materyalist bir düşünce algısı ortaya çıkarır. Bu düşünce ise toplumda sınıflar oluştururken, biz olamayan, herkesin ben olduğu çatışmacı bir toplum ortaya çıkarır.
 



19 Mayıs 2014 Pazartesi

Acımak Merhamet değildir.

Gündelik konularda karşımıza çıkan olgulara karşı tepki veriyoruz. Bazen bu bir düşünce sistemi olabiliyor, bazen bir olay olabiliyor, bazen de bir alışkanlık... Ama sürekli olarak bir etkiye tepki veriyoruz.
Ey anonim, eğer neye tepki verdiğini bilmezsen, elbet tepki verdiğin olguya dönüşürsün.
Demek istediğim şey şu: Ortada kötü olarak gördüğümüz, bize kötü görünen bir olgu var ve biz bu olgulara refleks olarak tepki veriyoruz. Öyle ki düşüncemizin hiçbir derinliği yok, sadece aklımızda çıkan ufak bir kıvılcımın peşinde sürükleniyoruz. Annem der ki, bir konu üzerine insanın aklına gelen ilk düşünce, o insana ait değildir, hatta çevresindeki insan,kültür, kısacası sistem tarafından düşündürülmüştür. Çok da doğru söylemiş annem. Bu tip kötü gördüğümüz olaylara verdiğimiz tepkiler aslında bizim tepkimiz olmuyor, bizden vermemiz istenen tepki oluyor ve bu da bizi otomatikmen tepki verdiğimiz olgunun içine çekiyor..
Güzel ve güncel bir örnekle açıklayayım. Soma! Allah rahmet eylesin! Ekmeği peşinde 300'den fazla madencimiz hayata gözlerini yumdu ve tamamen hayatlarını bizim için feda etmiş oldular. Bu kadar kötü bir haber karşısında insanın aklına gelen ilk düşünce bu olayın sorumlularının istifa etmesi düşüncesi ve "Böyle bir kaza nasıl olabilir?" sorusudur. Eğer insan bu düşüncenin peşine takılıp, tamamen bu düşünce yönünde hareket ederse o işçilerin katili olur.
Burada bu kalp parçalayan haber karşısında kendimize şu soruyu sormalıyız: Bu işçiler bundan önce hayatımızın neresindeydi? Bir çoğumuz bundan önce Soma'da kömür madeni olduğunu bildiğini bile sanmıyorum. Şahsen ben bilmiyordum. Ama bizim o insanları düşünmemiz için o insanların ölmesi mi gerek illa? Türkiye'de işçiler ve emekçiler öleli 50 yıl olmuş zaten, öyle ki asgari ücret karşısında hayatlarını vermektedirler. Eğer biz bundan önce işçilerin emeklerinin yendiği üzerine hiç düşünmezsek, gün gelir maden ocağından biz sorumlu oluruz ve o işçilerin ölümüne bizzat sebebiyet veririz. Burada acınacak olan ekmeği peşinde günde 16 saat çalışan işçi değil, bizizdir. Her gün o insanların paralarını, emeklerini,alın terlerini çalarken hiçbir şey olmamış gibi yaşıyor, sonra da bu insanlar öldüğünde iyilik meleği kesiliyoruz! Yaptığımız, o insanları öldürmekten çok daha kötü. Anonim, seni bu bilince davet ediyorum. Öyle ki, sen o sıcak yatağında uyurken o gecesini gündüz ediyor, bizim için çalışıyor ve ruhumuz duymuyor. Bil ki, bizim o insanlar için yaşamamız gerekiyor. Bil ki, biz o insanların hakkını ödeyemeyeceğiz. Bil ki, o insanlar için almadığın her nefes onlara ihanet ve hıyanettir!
Günümüzde bütün ekonomik sistemler işçileri sömürmek üzere kurulmuştur. Hiçbir zaman insanlara verilen ücret emekle orantılı olmadığı gibi, ortada ters bir orantı vardır. Böyle olunca bütün mal,mülkiyet çalışmayan %10'a giderken diğer %90 emeğinin karşılığını alamamaktadır. %90'ın çektiği bütün emek %10 tarafından sömürülmektedir. Asıl eleştirilmesi gereken vahşice, işçilerin kanını dahi sömüren kapitalist sistemdir! Şu anda bu illet sistemin yaptğı ise bu insanlara acımaktır! Bu insanların ölümleriyle, arkada dönen emek hırsızlığının üstü kapanmaktadır. Bütün bu olaylara içten bir şekilde üzülmekle, böyle bir acıtasyonun içinde kaybolmamalı, yapılan bu haksızlığın nedeni hakkında bilinçlenmeli, bizim ne yapmamız gerektiği konusunda karar vermeliyiz. Anca o zaman üzerimize düşen kan lekesini temizleyebiliriz.

17 Mayıs 2014 Cumartesi

Kim bu Ben?

Ortada bir ben var. Annesi Çemişgezek'li, babası Posof'lu, ismi Süheyb olan, İstanbul Erkek Lisesi'nde okuyan bir insan var ve ne yazık ki bu insana en uzak olan şahıs yine benim. Öyle ki kendime "Ben kimim, neyim, kimin nesiyim? " sorusunu düşünmemişim bile. Kendi hayatımla ilgili olgularla o kadar meşgul olmuşum ki bütün bu olguları anlamlaştırıcak yegane sebebi sormamışım. Şimdi bu soruyu kendime sorup, olabildiğince dürüstçe cevap vermeye çalışacağım.
Ben kimdim? Ben bundan önce iskeletsiz bir şeydim. Öyle ki orta okulu Anafen'de okuyan ben gayet namaz kılıyor, dua ezberliyordum. Sonra İstanbul Erkek Lisesi'ne (İEL'e) geldim. Wow! Bambaşka bir ortam! Ama benim evrim geçirmem 2 günden fazla sürmemişti. Öyle iskeletsizdim! Annemden, babamdan aldığım kültürel din anlayışımı "içkili ortama girmemek" üzerinden yürütüyordum. Vay be! Saçmalığa gel, demek ki ben de ne olduğumu bilmiyordum. Dinimi kültürel seviyede yaşıyordum. Ortada kemiksiz bir Süheyb ve onu kenarlara çekiştiren faktörler... Çok şükür ki ailemden din öğrenmişim ve ergenlik döneminde ailesini küçümseyenlerden olmamışım. Eğer ki ben ailemin düşüncelerine, değerlerine sahip olmasaydım sonsuz bir boşluğa düşecektim. Öyle bir boşluk ki insanın kendi özüyle çelişme durumu. Çok şükür!
Şimdi ben kimim? Merhum Ali Şeriati'den Allah razı olsun, öldükten 37 yıl sonra bana aydınlık yolunu açtı." İnsan nedir, ne yapmalı?" sorularını kendime sormamı sağladı ve kalbimden geçen en doğru cevaplarla beni buluşturdu. Kendimi ifade etmem gerekirse ben, müslüman olmaya çalışan biriyim. Allah'ın rızası için yaşayan ve her davranışında aklına "Allah ne yapmamı ister acaba?" diye sormaya çalışan bir insan yolunda olmak üzere ilerliyorum. Çok şükür bunu sadece düşünsel açıdan değil ameli açıdan da gerçekleştirmek üzere namaza başladım ve inşallah beş vakit namaz kılanlardan olurum. Öyle ki hayatımı da namaz kılar gibi titiz, dikkatli, Hak yolunda harcarım inşallah.
Annemin çok güzel bir benzetmesi var. Der ki, insan hayatı bir parantezle başlar ve bir parantezle biter. İnsan ise bu parantezler arasına bir cümle yazar. Ama insanın yazması gereken cümle paragraftan bağımsız olmamalıdır. Eğer ki insan kafasına göre bir cümle yazarsa paragrafın yapısı bozulur. Yani insan kendi hayatını yaşamakta özgür değildir! Öyleyse insan öncelikle paragraftaki yazıyı anlamalıdır yani başka insanların hayatlarını... Başka insanların hayatından kastım kapı komşusu değildir. Çok daha bütüncül bir yaklaşımdan bahsediyorum ki, burada insan tanıya tanıya insanlığı tanımaktır amaç. İnsan cümlesini yazarken bir sonraki neslin kendi cümlesine bakacağını düşünmelidir. Her şeyi geçtim insan cümlesini yazarken "Acaba kitap yazarı buraya ne yazardı?" diye sormalıdır kendine. Ben ise kendi cümlemi yazmak için paragraf okumaktayım şu an. Gelecekteki ben için yegane gayem vardır: Avrupa'da eğitim görebilme imkanını nimet olarak görüyorum ve bundan dolayı tek gayem, Avrupa'yı analiz eden alimlerden olup bunu halka yaymak. Günümüz şartlarında Avrupa ile uzaklık 3-4 saat olsa da aradaki kültür farkı yadsınamaz. İki toplum birbirinden bu kadar etkilendiği halde bu kadar farklıysa bu süreci kolaylaştırmak benim gibi insanların görevidir. Ben kendi patikamı çizdiğimi düşünüyorum. Allah yolumu hayır eylesin!









İlk Yazı

Merhaba anonim. Bu blogda benliğimi okuyacaksın. 18 yaşında hayata atılmaya hazırlanan bir liseli olarak hayatıma yön veren kararlar vermiş bulunmaktayım. Bu kararlar aklımda farklı düşüncelere kapı açıyor ve korkuyorum ki, ben bu düşünceleri kimselerle paylaşmadan unutacağım. Yazıktır ki çevremde bu tip düşüncelerimi dinleyebilecek yakınlıkta arkadaşlarım yok. Bu yüzden bu blog var, kendime bir kaylule molası vermek için...