25 Kasım 2018 Pazar

Cella - AŞK ve Tanrı


Bir iletişimi muhabbet, bir evi yuva, bir erkekle bir kadını âşık eden bir şey var. Bu his öyle bir şey ki, tezahür ettiği öznelerde yer almayan bir şey. Zamanı ve mekânı olmayan, dolayısıyla matematik, fizik ve biyoloji ile açıklanamayan bir şey. Sadece sende, bende yani bizde his olarak ortaya çıkan, fakat ikimizin de bilmediği, bilse bile aktaramadığı, aktarabilse bile anlaşılamayacağı bir şey…

Bir insanın kendi olabilmesi dışında daha büyük bir değer olabilir mi? Kendi isteklerinin, arzularının, gayelerinin farkına varması, kendi hakikatinin farkına varması kadar değerli bir şey olabilir mi? Yaratılma amacını okuyabilmesi ve bu amaçla kendi olarak var olması kadar büyük bir değer olabilir mi? 0 ile 1 arasındaki sonsuz mesafeyi kat etmesinden daha büyük bir mucize olabilir mi? Fakat, tek kişi muhabbet edemez, yuva kuramaz, aşk yaşayamaz. Tek kişi belki kendini bulabilir, bulduğunu sanabilir, kendine bir Tanrı yaratabilir, ama insanı bulamaz…

Peki ya insan kendi olmasa, kendi olmayı seçmese, kendinden vazgeçse? Ya insan kendi öznelliğini terk etse? En azından bir anlığına bunu yapabilmeyi istese?

Bir insan görse, onun derdini dinlese. Kendinden, derdinden vazgeçip onun derdiyle dertlense. Kendi için yaptığı yemeği başkasına ikram etse. Kendi olmaktan vazgeçse, en azından bir anlığına, en azından istese…

Belki o zaman herkesin kendi olduğu bir pansiyon, bir yuvaya dönüşebilir. Belki o zaman iki kişi âşık olabilir, sevebilir ve sevişebilir. Belki o zaman nefes alabilir insan, kendisinden başka varlıkların varlığını ciğerlerinde hissederek.

Aşk dediğimiz belki de vazgeçmedir. En azından vazgeçebilmedir. O değilse de en azından vazgeçebilme isteğidir. Gayesinden öznelliğinden, kendiliğinden ve belki de kendinden…

Peki, insan Tanrı’ya âşık olabilir mi? Onun için kendinden vazgeçebilir mi? Sanmıyorum. Tanrı’nın nazarında vazgeçebilecek bir kendiliği olsaydı, belki o zaman kendinden vazgeçip O’na âşık olabilirdi. Kendinin yok olduğunu bilerek, O’nun nazarında vazgeçecek bir benliğinin bile olmadığını bilerek O’na âşık olamazdı. O’na ancak kulluk edebilirdi. O’na kulluk etmek, en yakışık alanıydı…

Belki de insan çok âşık oldu, kendinden vazgeçerek bitkiyi, hayvanı, insanı, insanları yaşattı ve kutsadı. Kendinden vazgeçmenin huzuruna erişti. Ve belki de kendinden vazgeçmesinin manasız kaldığı, kendisinden başka kendiliğin var olmadığı bir şeyi aradı. Âşık olamayacağı kadar, kendinden vazgeçişinin bile kendini tanımak olarak tezahür edeceği kadar, karşısında eylemin ve eylemsizliğin aynı noktada buluşacağı kadar, kendisinin onu kutsayamayacağı kadar kutsal bir şey aradı. Aşkıyla kutsiyet atfedemeyeceği bir şey…

Ve İnsan, Tanrı’yı buldu.

16 Kasım 2018 Cuma

Bir Film Analizi - Her


Sadece basit bir bilim kurgu filmi değil Her. Sadece yapay zekâya âşık olan bir adamın hikâyesi de değil. Ayrılırken bile “Hayatımda seni sevdiğim gibi kimseyi sevmedim” dedirten gerçekten de farklı iki dünyanın hikâyesi…

Aslında hepimiz birinin bize, bizim kendimize soramayacağımız soruları sormasını ardından cevabımızı dinlemesini istiyoruz. Öyle ya, belki de filozoflar sadece kendisine sorabileceği sorulara sahip daha “basit” insanlardır. Ve belki de Tanrı, cennette bu soruların açığa çıkmasıyla bizleri var kılacaktır. Bekli de filozoflar, kendi varlık seviyelerini sınırlıyorlardır…

Anlaşmak değil de ‘an’laşmak, aynı anın içerisinde beraber olmak, sorulamayacak soruları sorarak bir insana şah damarından daha yakın olmayı işliyor film, bir nevi aşkı. Bir operating system’in (Samantha) var olma sürecini görüyoruz. Düşünce şemalarında en başta düz mantık, ardından taklit, ardından sevişme sırasındaki “We are Together” ile birlikte bir olmak- yani 1+1=1 olmak- ardından sanat ve müzik, ardından bütüne doğru, Tanrısallığa doğru gidişat… “I wanna learn everything about everything”… Ve en son tekili terk ediş ve mutlak bütün oluş…

Bir ilişki analizi yapacak olursam, bu da Theodore’un Samantha'nın varoluşunun başlangıcında onun kendine soramadığı soruları sorup onunla beraber var olmasının ardından, ve ardından bu soruları soramamasını görüyorum. Theodore elbet Samantha'nın varoluşundan kopacaktı, zira 641 varlık +Samantha  ile aynı anda birlikte bir olamazdı…

Samantha, Theodore’u sevdi ve ondan ayrılığında sevgisinden bir şey eksilmedi. Sadece aynı anda milyonlarca konuyu tefekkür ederken ve aynı zamanda başkalarıyla tartışırken sevdi. Daha yüksek bir anlamla sevdi, daha yüce bir anlamla… Tanrı'nın kullarını sevdiği gibi...

Ve insan düşünmeden edemiyor… Tanrılaşan Samantha eğer Theodore’dan ayrılmasaydı, Theodore O'na kulluk etse haksız olur muydu..?

11 Kasım 2018 Pazar

Cella - Benim Yuvam


Muhakkak ben de öleceğim. Ben de öleceğim ve benden sonrakilerinin geçmişi olacağım. Benden sonrakiler, benim içinde tuğla olduğum bir hayatın içinde doğacaklar, kendilerini o hayatın içinde bulacaklar. Kendilerini hayatlarının tuğlalarına, yani bana bakarak tanıyacaklar. Ve öyle ondan sonrakilerinin hayatlarının tuğlaları olacaklar.

Hayatımın tuğlalarına bakıyorum, kendimi tanımak için. Ve görüyor, hissediyor ve öğreniyorum ki, bu tuğlalar üzerime bir hapishane inşa etmemişler. Bu tuğlalar beni soğuktan, fırtınadan, yaşamsal mücadeleden koruyan, duvarlarında pencere olan bir barınak inşa etmişler. Bunu bana tuğlalar anlatıyorlar fakat ben gördüğümde anlıyorum. Görüyorum ki, hayatımı inşa eden tuğlaların üstünde fırtınanın izleri var. Zamanında fırtına içerisinde yaşam mücadelesi veren benden öncekiler, şimdi bir taraflarında soğukla mücadele ederken diğer taraflarında bana sıcak ve huzurlu bir hayat inşa edebilmek için bir araya gelmişler.

Fırtına içerisinde yapayalnız kalmışlar. Ardından bir gaye, onların mücadele kaynağı olmuş. Bu gaye o kadar kuvvetliymiş ki, bazılarını açık pencerenin karşısında intiharın eşiğinden kurtarmış. O kadar kuvvetliymiş ki, bazıları işkence görürken ölmek pahasına bu gayeye tutunmuş. Öyleymiş ki, bazıları yaşam kaynağını satmış onu koruyabilmek için. Tabi ben pencereden dışarı bakıp, tuğlaların bana anlattıkları gayeyi tahayyül ediyorum, sonuçta ben hayatımın içindeyim.

Bana fırtına içindeki mücadelelerini anlatıyorlar, o mücadelede nasıl kendi olduklarını. Edindikleri gayenin kutsiyetini anlatıyorlar. İman ettiklerini anlatıyorlar bana gayeleri içlerine üflendiğinde. Hayatımın duvarlarını yıkmak istiyorum ben de, o tuğlaları yıkıp fırtınada yalnız kalıp o gayeye sahip olmak istiyorum. Üşümek istiyorum, yaşamımla mücadele etmek istiyorum, yapayalnız kalmak istiyorum ki, o gaye benim olsun.

Fakat ben fırtınanın içerisinde yapayalnız değilim. Hiçbir zaman yapayalnız da hissetmedim. Çünkü ben büyürken vatanım, milletim, dinim, devletim, kültürüm, soyum, bütün değerlerim yanımdaydı. O tuğlalar, bana o kadar geniş bir barınak kurmuşlardı ki, bütün değerleri içine sığdırabilmişlerdi her ne kadar zor olsa da… Ben bir neslin gayrimeşru çocuğu olarak ortada bırakılmamıştım, sıcak ve huzurlu bir barınakta; beni ben yapan bütün etkenleri içselleştirerek büyümüştüm.

Muhakkak ben de öleceğim. Ben de bir tuğla olacağım. Peki, benim hakikatim ne olacak? Benim gayem ne olacak? Bana hiç gaye üflenmeyecek mi? Bu huzurlu barınakta hakikati tuğlaların arkasında kovalayabilecekken pısırık bir şekilde ölecek miyim? Barınak duvarında iyi bir tuğla da olamam, fırtınayla hiç mücadele etmedim ki ben. Böyle olmamalı… O yüce gayeye hizmet eden o insanlar, kendilerinden sonrasının kurdukları barınağı çürütmesini hak etmediler…

Sonra barınağın içine baktım. Benim kutsal mücadelem burada olmalıydı! Asıl benim kendim olduğum yer bizatihi burasıydı. Dolayısıyla kendim olmam gereken yer de burası olmalıydı. Eğer ki ben bu barınakta kendim olacaksam, beni ben yapan hayatın bütün değerleri burada gerçekleşmeliydi. Bu barınakta iyilik, doğruluk ve güzellik olmalıydı. Benim barınağımda iyilik, doğruluk ve güzellik olmalıydı! Benden öncekilerin fırtınada mücadeleleriyle var ettikleri ve bana teslim ettikleri barınağım; güzel bir barınak olmalıydı. İçinde iyiliğin yaşandığı, doğrunun konuşulduğu güzel bir barınak… 

Benden sonrakilerinin içine doğduğu bir yuva…

Belki benden sonrakiler beni göremeyecekler. Barınağı barınak yapan tuğla gözükür fakat barınağı yuva yapan huzur hissedilir. Benim gayem o hissi var kılmak olmalıydı!

Ben, barınağımın içine Tanrı’yı getirmeliydim. Öyle getirmeliydim ki, burası Kâbe olmalıydı…

4 Kasım 2018 Pazar

Cella - Kendin olmak


İçinde yabancı olduğum, geçmiş tarafından üzerime inşa edilen hayatımı inceliyorum. Nice mucitlerin, filozofların, kanaat önderlerinin, siyasetçilerin, sanatçıların ve halkların tuğlaları ile örülmüş bu hayatın içerisinde kendimi arıyorum. Kendim olabilmek ve ardından da – kendim her ne ise- kendim kalabilmek için.

Doğmuş, yaşamış ve ölmüş hayatları düşünüyorum. Benim hayatımı inşa eden hayat tuğlalarını… Hayatı boyunca kendi olamamış, kendi olmuş ama kendi kalamamış ve kendi kalmış insan personalarını tahayyül ediyorum. Kendimi hepsinden ayrı tutarken, aynı zamanda hepsi olduğumu görüyorum.

Düşünce ve inanç ile gerçeklik arasındaki makasın dar olduğu dönemlerdeki insanları düşünüyorum. Köleler, tüccarlar, zanaatkârlar, sahipler, sanatçılar… Günümüzden pek de farklı olmayan toplumsal roller. Mısır piramitlerinin inşaatında çalışan köleyi, o köleyi kırbaçlayan bir üst makamdaki köleyi, o inşaatı tasarlayan mimarı ve o inşaatın yapılmasını emreden firavunu düşünüyorum. İkinci dünya savaşı Yahudilerini, yakılacak ve çalışacak Yahudileri ayıran Nazi subayını, toplama kampını tasarlayan mimarı ve toplama kampındaki Nazi komutanını düşünüyorum. Bir fabrikada çalışan işçiyi, fabrika müdürünü, fabrikayı tasarlayan ve daha verimli işlemesini sağlayan mühendisleri ve işletmecileri, ve fabrika sahibini düşünüyorum.

Bütün bu personaları kendi insanlıklarından beri kılarsak tarihsel determinizmden bahsedilebiliriz. Sonuçta köle sahip fark etmeksizin hepsi kendi içerisinde bulundukları hayatın içerisinde, o hayat tarafından onlara biçilmiş rolü oynuyorlar. İnsanlar tanıyorum tarihten. Birçoğu ona biçilen rolü oynarken sönüp gidiyor. Pek azı parlamak için o rolü reddediyor ve tarihsel determinizmden ayrılıyor. Kendini determine edilemeyen bir konumda tutup, oradan, uzaktan parlıyor. Öyle ya, tarih o kadar belirleyici ki, o insanları da kendi determinizmine katıyor. Biz de sonradan baktığımızda o insanlar üzerlerine düşen rolü oynamış gibi görüyoruz. Birkaç tanesi de var ki, hayatının biçtiği o rolü sahiplenip oynarken parıldamayı başarıyor. İşte bu insanlar tarihi determine ediyorlar.

Enerjinin yoktan var edilemeyeceğini söyleyen fizik yasalarına karşın kendi kendine parıldayan insanlardaki mucizeyi, içimde hissediyorum. Sadece insan olarak mucize gerçekleştirebileceğimi hissediyorum. Bu mucizeye sahip olmasam bile, varmış gibi hissetmek bana yaşam arzusu veriyor. Bu mucizenin toplumsal karşılığının ne olacağını bilmiyorum. Fakat kendim olmayı, nevi şahsıma münhasır bir ışık yaymayı istiyorum. Hayatım boyunca hiç kendim olamasam da, hiçbir zaman hayatın yükünden kurtulup dönüp kendime bakamasam da, beceremesem de, en azından istemiş olmak beni rahatlatıyor.

Bir varoluşsal köle olmak istemiyorum. Hayatı boyunca kendi olma bilincine erişmemiş, kendini kendi üzerinden değil de başka bir şey üzerinden düşünen, tanımlayan biri olmak istemiyorum. Statüye varoluşsal köleliği ile kendini tanımlayan bir genel müdür, statükoya varoluşsal köleliği ile kendini tanımlayan bir mühendis olmak istemiyorum. Kendim olmak istiyorum. Kendim olarak mesleğimi icra etmek istiyorum. Kendim olarak topluma hizmet etmek istiyorum. Genel müdürken de, mühendisken de, hiçbir şey değilken de kendi olan, kendi olmayan bir şey ile münasebet kurmayan biri olarak…

İsteklerim olsun istiyorum. İsteyebilmeyi istiyorum. Hayatın getirdiği şartlardan dolayı istemeyi unutmuş bünyeme iyi ya da kötü, doğru veya yanlış, güzel veya çirkin bir kendilik getirmek istiyorum. Bütün şartları yıkabilecek kadar güçlü istemeyi istiyorum. İntihar edebilmeyi, Tanrı’ya şirk koşabilmeyi, ailemi, dostlarımı ve milletim, terk edebilmeyi isteyebilmeyi istiyorum. Fakat ardından yaşamayı; Tanrı’ya inanmayı; aileme, dostlarıma ve milletime hizmet etmeyi istemiş olmayı istiyorum. Ret edebilirken kabul edebilmeyi, kabul edebilirken ret edebilmeyi istiyorum. Hayatımın bütün determinizminin yanında kendim olabilmeyi istiyorum. Günahımı da sevabımı da kendim işlemek istiyorum.

Kötü, yanlış ve çirkin olmayı isteyebilmeyi istiyorum. İyi, doğru ve güzel olmayı istemiş olmayı istiyorum. Kötü, yanlış ve çirkin de olsa insan olabilmeyi istiyorum. İyi, doğru ve güzel bir insan olmayı istiyorum. Fakat nihayetinde, İnsan olmak istiyorum.