On sekiz oldum. Birçok gencin beklediği yaşa nihayet erdim. Elbette hiçbir şey değişmiş değil ancak on sekiz yaşında olmanın bir anlamı olmalı. Aksi taktirde sigara, alkol tüketmek veya oy kullanmak için on sekiz yaş barajı konulmazdı. Peki ne anlama geliyor on sekiz yaşında olmak?
Reşit olmak demektir ki, devlet benim zihinsel olgunluğa eriştiğimi resmen tanıyor. Öyle ki artık ben resmen doğru ile yanlış arasında seçim yapabiliyor ve bu konuda ebeveynlerime ihtiyaç duymuyorum. Buradaki tutum yeterince büyüdüğümden dolayı alkol, sigara tüketmem veya oy kullanmam değildir. Buradaki tutum resmi olarak alkol, sigara tüketmenin doğruluğu veya yanlışlığı konusundaki kararıma veya oy kullanırken ki düşüncelerime saygı duyulmasıdır. On sekiz yaşından önceki düşüncelerimin doğruluğu veya yanlışlığı tartışılmadan henüz zihinsel olgunluğa erişmemiş olduğumdan dolayı hiçbir önemi yoktur.
Öyleyse baraj olarak on sekizin seçilmesi, bireyin on sekiz yaşından sonra hayata atılmasıyla ve bundan dolayı kendi hayatının sorumluluğunu taşımasıyla alakalıdır. Böylelikle topluma katılır ve toplumun bireyi olur. Bundan dolayı o bireyin düşünceleri ve öngörüleri de artık o toplumun bir parçasıdır.
18 Haziran 2014 Çarşamba
13 Haziran 2014 Cuma
Dua
Dua, insanın Allah'a direk, aracısız olarak yönelişidir. Bize derlerdi ki, duanın kabul edilmesi için duanın samimi olması lazımmış. Gündelik hayatta yüzlerce kez "İyiyim" diyen bizler acaba ne kadar samimiyiz? Yoksa buradaki samimiyet farklı bir yönden mi algılanmalı?
Öncelikli olarak duanın kabul edileceğine iman edilmeli. Öyle ki, devam eden olguların değişme ihtimali yoksa veyahut da bu değişiklik Allah'a bağlı değilse dua etmemiz anlamsızdır. Burada insanın inanması gereken ise duası sonucunda bütün evrenin yönünün değişebilme ihtimali olduğudur.
Oldukça pozitivist bir eğitim sürecinden geçen ben bu gerçekliğe kendimi kaptıramıyordum. Çünkü bahsettiğimiz şey oldukça soyut iken, dua sonucunda oluşacak olgular somut olacaktır. Bundan dolayı bağlantıyı kuramıyordum. Ben bu problemle içinden çıkamazken sağ olsun annem yardımıma koştu. Öğrendim ki, evren en küçük zaman biriminde bir yeniden yaratılıyordu! Öyle ki her canlının hayatı iki nefes arasındadır ve o andan sonra artık iki seçenek vardır: Yaşam ya da ölüm! Artık evren yeniden yaratılmıştır. Bu döngü sonucunda her nefes alışverişimizde evren yıkılıyor ve yeniden yaratılıyor. Burada Allah'ın Hâlik (yoktan var eden) sıfatı direk Rabb (düzenleyen) sıfatı ile bağıntı haline girmiş bulunuyor. Böylelikle artık duamız evrenin gidişatına yön vermekle kalmıyor,evrenin yeniden yaratılışına direk katkıda bulunuyor. İnsan için ne kadar büyük bir lütuf!
Ne yazık ki, her olgu gibi dua da düalizme kurban gitmiştir. Öyle ki zihnimizde dua sadece ellerimizi açıp Allah'a seslenme anından ibarettir ve bu hususta insanların yaptıkları çalışmaların dua ile yakından ilgisi yoktur! Ne büyük bir yanlıştır bu. Şimdi ben çok isteyeceğim, o kadar çok isteyeceğim ki evrenin yönü değişecek ama ben bu olayın gerçekleşmesi için kılımı kıpırdatmayacağım öyle mi? Bu düşünce algısı insanı fatalizme(kadercilik) iter ve insanı olan biten karşısında pasif duruma düşürür. Burada duadan kastım insanın hem ellerini açıp direk Allah'a seslenmesi hem de bu husus uğruna elinden geldiğince uğraş vermesidir. Gerçek dua budur ve bu iki eylem hiçbir şekilde birbirinden ayrı değildir!
Duada olması gereken başka bir özellik ise evrenin bir sonraki yaratılışındaki tek etkenin dua olduğunu bilmek. Kast ettiğim şudur: Bilmeliyiz ki, dua etmememiz sonucunda olacağını öngördüğümüz, istediğimiz olay hiçbir şekilde olmayacaktır! Olmuşsa da olmamıştır zaten. Burada Allah'a tam bağımlılık söz konusudur.
Örnek: Arkadaşlarımla yarın görüşmeyi planlıyorum. Arkadaşa veda ettiğimde "Yarın görüşürüz inşallah" derken farkında olmalıyım ki, eğer ben dua etmezsem arkadaşımla yarın hiçbir şekilde görüşemeyeceğim!
Öncelikli olarak duanın kabul edileceğine iman edilmeli. Öyle ki, devam eden olguların değişme ihtimali yoksa veyahut da bu değişiklik Allah'a bağlı değilse dua etmemiz anlamsızdır. Burada insanın inanması gereken ise duası sonucunda bütün evrenin yönünün değişebilme ihtimali olduğudur.
Oldukça pozitivist bir eğitim sürecinden geçen ben bu gerçekliğe kendimi kaptıramıyordum. Çünkü bahsettiğimiz şey oldukça soyut iken, dua sonucunda oluşacak olgular somut olacaktır. Bundan dolayı bağlantıyı kuramıyordum. Ben bu problemle içinden çıkamazken sağ olsun annem yardımıma koştu. Öğrendim ki, evren en küçük zaman biriminde bir yeniden yaratılıyordu! Öyle ki her canlının hayatı iki nefes arasındadır ve o andan sonra artık iki seçenek vardır: Yaşam ya da ölüm! Artık evren yeniden yaratılmıştır. Bu döngü sonucunda her nefes alışverişimizde evren yıkılıyor ve yeniden yaratılıyor. Burada Allah'ın Hâlik (yoktan var eden) sıfatı direk Rabb (düzenleyen) sıfatı ile bağıntı haline girmiş bulunuyor. Böylelikle artık duamız evrenin gidişatına yön vermekle kalmıyor,evrenin yeniden yaratılışına direk katkıda bulunuyor. İnsan için ne kadar büyük bir lütuf!
Ne yazık ki, her olgu gibi dua da düalizme kurban gitmiştir. Öyle ki zihnimizde dua sadece ellerimizi açıp Allah'a seslenme anından ibarettir ve bu hususta insanların yaptıkları çalışmaların dua ile yakından ilgisi yoktur! Ne büyük bir yanlıştır bu. Şimdi ben çok isteyeceğim, o kadar çok isteyeceğim ki evrenin yönü değişecek ama ben bu olayın gerçekleşmesi için kılımı kıpırdatmayacağım öyle mi? Bu düşünce algısı insanı fatalizme(kadercilik) iter ve insanı olan biten karşısında pasif duruma düşürür. Burada duadan kastım insanın hem ellerini açıp direk Allah'a seslenmesi hem de bu husus uğruna elinden geldiğince uğraş vermesidir. Gerçek dua budur ve bu iki eylem hiçbir şekilde birbirinden ayrı değildir!
Duada olması gereken başka bir özellik ise evrenin bir sonraki yaratılışındaki tek etkenin dua olduğunu bilmek. Kast ettiğim şudur: Bilmeliyiz ki, dua etmememiz sonucunda olacağını öngördüğümüz, istediğimiz olay hiçbir şekilde olmayacaktır! Olmuşsa da olmamıştır zaten. Burada Allah'a tam bağımlılık söz konusudur.
Örnek: Arkadaşlarımla yarın görüşmeyi planlıyorum. Arkadaşa veda ettiğimde "Yarın görüşürüz inşallah" derken farkında olmalıyım ki, eğer ben dua etmezsem arkadaşımla yarın hiçbir şekilde görüşemeyeceğim!
12 Haziran 2014 Perşembe
Avrupalı Olmak
Nurettin Topçu, Türklerin Avrupa'yı anlayışlarını en güzel
şekilde ifade etmiş. Kendimden bir şey katmadan sadece metni iletip sizi
Nurettin Topçu'ya yönlendireceğim.
Amerikan Mektupları - Düşünen Adam Aranızda / Nurettin Topçu, Dergah Yayınları, Sayfa 50-54:
Evet, var kuvvetleriyle Avrupa'yı taklit etmişler. Adeta Avrupa'da ne varsa buraya nakletmek istemiş, yanlış anlamışlar... Ne fena kopya etmişler! Öyle ki kendi varlıklarına veda ettikten sonra Avrupa'nın gerçek bünyesiyle de araları dehşetle açılmış. Şimdi onlar ne kendileridir, ne de Avrupalıdırlar. İşte ispat ediyorum:
Geçenlerde bana kendisinin Avrupalı olduğunu muhakeme ile ispat edeceğini söyleyen bir Türk dostum randevu vermişti. Bir vapur iskelesinde buluşup bu görüşme için şehrin tenha bir köşesine çekilecektik. Lakin dostum randevusuna tam bir saat geç gelebildi ve bir sürü özür dilemekle söze başladı. Kendisine "Bugünkü gezintinin mevzuu olacak mesele halledilmiştir. Gezintimize hiç gerek kalmadı" dedim.
Dostum hayretle yüzüme bakıyordu. "Öyle ya" diye hayretine cevap verdim. "Avrupalılık her şeyden önce vaktin kıymetini bilmek ve bir dakikasını boş geçirmemektir. Siz benim bir saatime hiç düşünmeden kıydınız. Avrupalılık yine her şeyden önce sözünde durmak, randevusuna vaktinde gelmesini bilmektir. Siz sözünüze hiç kıymet vermediniz. Bana ait ne değerli hakları çiğnediğinizi biliyor musunuz? Siz Avrupalı olamamışsınız!" Dostumun şaşkınlığı büsbütün arttı. Ben devam ettim: "Bakın size söyleyeyim, Avrupalılık daha ne gibi şeylerdir: Usanmadan çalışmak ve çalışmayana hayat hakkı da vermemektir."
Biz konuşurken dilenciler hiç rahat vermiyorlardı. Sanki bu izzetinefis ve çalışma düşmanları, bizi Avrupa'dan şu anda ayıran mesafenin canlı ölçüleri idiler. Arkadaşım üzülüyordu. Fakat ben onu bugün üzmeye karar vermiştim. Hem de mühendis dostum Paris'te tahsilini yapmıştı. Ama Avrupa'da okuyan pek çok vatandaşları gibi bozulan şarklı ruhun Avrupa'ya götürmüş ve onu hiç düzeltmeden geri getirmişti.
Beni altı yıl Paris'te elçilik işlerinde bulunmuş, tam on dört sene de Londra'da yaşamış ve Avrupa'yı hakkiyle tanımış bir Amerikalıyım. Bizim Avrupalılardan daha çok şeyler almaya muhtaç olduğumuzu biliyorum. Topraklarımızın çok zengin oluşu bizi ebedi ve insanlık için örnek yapmaya kâfi gelemez. İstanbullu dostuma da kendilerince Avrupa'dan alınması gerekli olan daha birçok şeyleri söylemem lazımdı. Birer birer saydım:
"Avrupalılık:
Parasını israf etmeyip kendi kazancı ile yaşamak, hırsızlığa mecbur olmamaktır.
Kimseye bol keseden ikramlar yapmamak ve kimseden kendinin olmayan bir hak iddiasında bulunmamaktır.
Kimsenin emeğiyle yaşamaya tenezzül etmemektir. Avrupa'da kadın, erkek, çocuk, çalışabilen herkesin ekmeğini kendi kazanması aç gözlülük değil, namuskârlık eseridir.
Önceden kontrol edilmiş bir bütçe ile geçinerek başkalarını dolandırmamak ve kadere bağlanmamaktır.
Başkasından her aldığını vaktinde mutlaka geri vermektir. Hiçbir şeyi çalmamaktır: Vakti, gücü, sıhhati, hissi, huzuru, vicdanı ve parayı, hatta mirası... Hulasa her şeyi sahibine bırakmaktır."
Arkadaşımda "Biz neyi çalıyoruz sanki? Ben neyi çalıyorum?" demek ister gibi bir heyecanlı karşı gelme hali sezdim. "Dur, anlatayım: Biraz evvel vaktimi çaldınız. Ben ayakta beklemekten yoruldum; gücümü çaldınız. Şimdi bu hallerinize asabileştim ve burada bir saatten beri soğuk aldım; sıhhatimi de çalmış olacaksınız. Mekteplerinizde daha on yaşında, hatta yedi yaşındaki çocuğa, duygusuna asla sahip olamayacakları büyüklükleri sizin yaranmak istediğiniz kimselerde zorla var diye gösteriyor ve erkenden talimleri yaptırıyorsunuz; onların hislerini çalıyorsunuz. Mekteplerinizin yetiştirdiği kız ve erkek gençlere ruhtaki samimiyeti öğretmiyorsunuz. Kendilerinde olmayan karşılıklı bir takım hisleri var diye gösteriyorlar; birbirlerinin hislerini çalıyorlar. Huzuru çalan burada her şey: Sokaklardaki araba ve otomobiller, ayak satıcıları, dilenciler, rozetçiler, vakitsiz particiler. Şu vapurun kamarasındaki gazetecilere bakın. Sinirleri bozan sesleriyle şu bin kişinin başına her biri bir beladır. Ama bunlar birbirlerine bela olmaya öyle alışmışlardır ki hiç birbirlerine ses çıkarmıyorlar. Zira içlerinde başka zaman o gazetecilerin de başına bela olacaklar vardır..."
"Vicdanın çalınması; bilirsiniz ki, inanmadığımız, kabul etmediğimiz hususlarda, reyimizin zorla elimizden alınması veya bizim hesabımıza haksız yere kullanılmasıdır. İnanmadığımız fikirleri bize zorla mal etmek, mesela inanmadıklarımızı genç bir nesle okutmaya mecbur etmektir. Sevmediğimizin huzurunda secdeye bizi mahkûm etmektir. Sizin içinizden biri, daha kalabalık ve kabadayı bir zümrenin hoşuna gitmeyen bir işi yaparsa onun üzerine atılmıyorlar mı?.."
"Para çalmak meselesine gelince; bu işte geceleri evden çalan hırsızlar hele bir tarafta kalsın, izniniz ve arzunuz olmadan sizden alınan paraları düşünün; dolandırıcılığın türlü çeşitlerinden başka zaruri ianeler, kanunsuz para almalar, esnafın alışverişteki pazarlık sanatı ve bu sanatın gayesi, hava paraları, rüşvetler, hediyeler, bahşişler nihayet hak sahibinin hakkını alamaması hırsızlık değil de nedir?"
"Miras çalmanın da türlü şekilleri var: Kocanın malını karısına bağışlama veya hileli satma dalavereleri hep Şarka ait zekâ eserleridir ve bunların hepsi hırsızlıktır!"
Dostumun sabrını israfa mecburdum. Avrupalı olduğunu ispat için bugün söz sahibi o olacak yerde ben olmuştum. O besbelli bana Avrupalı olduğunu ispata medar olsun diye iyi giyinmiş ve gelirken tıraş olmuştu. Kaybettiği zamanın sebebi de belki bu olmuştu. Lakin o şimdi pek mahcuptu. Ona âlimin cübbe ile âlim olamayacağını anlatmanın tam zamanı idi. Telkinlerime devam ettim. Zavallı dostum sanki utancından ölmüştü:
"...Avrupa, hürmetin kıyafete değil, meziyete yapıldığı yerdir ve Avrupalılık, büyük adamı kıyafetiyle değil, kalp ve ahlakı ile tanımaktır. Evet, yine Avrupalılık:
Kendi evinin önünü temiz tutmaktır ve başkasının evinin önüne de çirkef atmamaktır.
Dostlarına karşı zekâsını değil, kalbini kullanmaktır.
Vicdanı ve kanaati hilafına rey vermemektir.
Başkalarının vicdanına kontrol hakkına sahip olmamaktır. İnsanın kadir ve kıymetinin tanınması, insanın insana kul olmamasıdır.
Kendi milletinin mazisine küfretmemektir.
Her başa geçeni mutlaka alkışlamamak ve asla alkışlatmamaktır. İbret alınacak hadiselere bakarak kendine gelmesini bilmektir.
Bilenin üstte, bilmeyenin altta bulunmasıdır."
Karşımda sabrını, izzetinefsini mahvolmuş gördüğüm dostum bana öyle geliyordu ki şu anda değil sadece Avrupa'yı, hemen hiçbir şeyi bilmez bir haldedir. Haline acıdım. Sözlerimin sona geldiğini kendisine temin ettim. Dedim ki: "Son sözlerim: Siz ilmi tersinden almışsınız, aklınızı da tersine kullanıyorsunuz. İşte misalleri:
Avrupa'da küçük çocuk yetiştirirken, bir kapıyı açmasını öğretmekle başlıyorlar. Sonra alim yetiştiriyorlar. Siz beşikte iken oğlum büyük adam olacak diye büyük adamlıktan başlatıyor ve az sonra sokak kapısından dışarı atıyorsunuz. Onlar da işte böyle büyük adamlıktan başlıyor, tımarhanede veya içki sokaklarında bitiriyorlar.
Siz evlerinizde yerlere halı seriyor ve sokaklarınızı pislikle dolduruyorsunuz. Evden içeri girerken potinler çıkıyor; buna temizlik diyorsunuz. Avrupalılar sokaklarını temizliyor ve evlerine temiz potinleriyle giriyorlar; buna temizlik diyorlar.
Sizde ilim, insanların hem ahlakını, hem aklını bozmaya yarıyor. Sizin köylünüz münevverinizden daha akıllı ve daha ahlaklıdır. Avrupa'da ilim, akıllı ve ahlaklı yapar. Köylü çok geridir, münevver ileri adamdır.
Köylüye güvenilmez, inanılmaz; münevvere hem güvenilir, hem inanılır. Sizde iş aksinedir..."
Dostum Avrupalı olmadığına inanmıştı. İlk fırsatta geçen bir tramvaya atlayıp kaçmaya hazırlanıyordu. Dedim ki: "Acele etme, bir taksi tutarsın. Bütçen o kadar muntazam değildir. Söyleyeceğim birkaç söz kaldı:
Avrupa'dan aldığınız insanlığa musibet getirici şeyler de az değildir. Avrupa'dan fena, fakat alınması kolay ne varsa onları da hep almışsınız: Fabrika, otomobil, tırnak boyası, dans, frenkçe kelimeler, piyango, takızaferler, vesaire vesaire...
Avrupa'dan alınması lazım olan değerlerine ait şüphesiz ki sizin de birçok bilginiz var. Lakin bunları ilk mektep çocuklarına olsun anlatıyor musunuz? Mademki öğretmiyorsunuz, o halde kurtuluşunuzu neden bekliyorsunuz?
Dostum, emin ol ki bu kurtuluş yolu, Avrupa'nın iyi şeylerini kapıp kaçırma gibi şuursuz bir taklit ile de bulunmaz. Evvela kendi benliğinizi bulacak, benliğinize bürüneceksiniz. Sonra onun işleme safhasında Avrupa'dan bu işe elverişli olan ve insandan emek bekleyen iyi şeyleri alacak, benliğinizde eritecek, kaynaştıracaksınız. Her şeyden evvel kaybettiğiniz benliğinizi bulmanız lazım...
Amerikan Mektupları - Düşünen Adam Aranızda / Nurettin Topçu, Dergah Yayınları, Sayfa 50-54:
Evet, var kuvvetleriyle Avrupa'yı taklit etmişler. Adeta Avrupa'da ne varsa buraya nakletmek istemiş, yanlış anlamışlar... Ne fena kopya etmişler! Öyle ki kendi varlıklarına veda ettikten sonra Avrupa'nın gerçek bünyesiyle de araları dehşetle açılmış. Şimdi onlar ne kendileridir, ne de Avrupalıdırlar. İşte ispat ediyorum:
Geçenlerde bana kendisinin Avrupalı olduğunu muhakeme ile ispat edeceğini söyleyen bir Türk dostum randevu vermişti. Bir vapur iskelesinde buluşup bu görüşme için şehrin tenha bir köşesine çekilecektik. Lakin dostum randevusuna tam bir saat geç gelebildi ve bir sürü özür dilemekle söze başladı. Kendisine "Bugünkü gezintinin mevzuu olacak mesele halledilmiştir. Gezintimize hiç gerek kalmadı" dedim.
Dostum hayretle yüzüme bakıyordu. "Öyle ya" diye hayretine cevap verdim. "Avrupalılık her şeyden önce vaktin kıymetini bilmek ve bir dakikasını boş geçirmemektir. Siz benim bir saatime hiç düşünmeden kıydınız. Avrupalılık yine her şeyden önce sözünde durmak, randevusuna vaktinde gelmesini bilmektir. Siz sözünüze hiç kıymet vermediniz. Bana ait ne değerli hakları çiğnediğinizi biliyor musunuz? Siz Avrupalı olamamışsınız!" Dostumun şaşkınlığı büsbütün arttı. Ben devam ettim: "Bakın size söyleyeyim, Avrupalılık daha ne gibi şeylerdir: Usanmadan çalışmak ve çalışmayana hayat hakkı da vermemektir."
Biz konuşurken dilenciler hiç rahat vermiyorlardı. Sanki bu izzetinefis ve çalışma düşmanları, bizi Avrupa'dan şu anda ayıran mesafenin canlı ölçüleri idiler. Arkadaşım üzülüyordu. Fakat ben onu bugün üzmeye karar vermiştim. Hem de mühendis dostum Paris'te tahsilini yapmıştı. Ama Avrupa'da okuyan pek çok vatandaşları gibi bozulan şarklı ruhun Avrupa'ya götürmüş ve onu hiç düzeltmeden geri getirmişti.
Beni altı yıl Paris'te elçilik işlerinde bulunmuş, tam on dört sene de Londra'da yaşamış ve Avrupa'yı hakkiyle tanımış bir Amerikalıyım. Bizim Avrupalılardan daha çok şeyler almaya muhtaç olduğumuzu biliyorum. Topraklarımızın çok zengin oluşu bizi ebedi ve insanlık için örnek yapmaya kâfi gelemez. İstanbullu dostuma da kendilerince Avrupa'dan alınması gerekli olan daha birçok şeyleri söylemem lazımdı. Birer birer saydım:
"Avrupalılık:
Parasını israf etmeyip kendi kazancı ile yaşamak, hırsızlığa mecbur olmamaktır.
Kimseye bol keseden ikramlar yapmamak ve kimseden kendinin olmayan bir hak iddiasında bulunmamaktır.
Kimsenin emeğiyle yaşamaya tenezzül etmemektir. Avrupa'da kadın, erkek, çocuk, çalışabilen herkesin ekmeğini kendi kazanması aç gözlülük değil, namuskârlık eseridir.
Önceden kontrol edilmiş bir bütçe ile geçinerek başkalarını dolandırmamak ve kadere bağlanmamaktır.
Başkasından her aldığını vaktinde mutlaka geri vermektir. Hiçbir şeyi çalmamaktır: Vakti, gücü, sıhhati, hissi, huzuru, vicdanı ve parayı, hatta mirası... Hulasa her şeyi sahibine bırakmaktır."
Arkadaşımda "Biz neyi çalıyoruz sanki? Ben neyi çalıyorum?" demek ister gibi bir heyecanlı karşı gelme hali sezdim. "Dur, anlatayım: Biraz evvel vaktimi çaldınız. Ben ayakta beklemekten yoruldum; gücümü çaldınız. Şimdi bu hallerinize asabileştim ve burada bir saatten beri soğuk aldım; sıhhatimi de çalmış olacaksınız. Mekteplerinizde daha on yaşında, hatta yedi yaşındaki çocuğa, duygusuna asla sahip olamayacakları büyüklükleri sizin yaranmak istediğiniz kimselerde zorla var diye gösteriyor ve erkenden talimleri yaptırıyorsunuz; onların hislerini çalıyorsunuz. Mekteplerinizin yetiştirdiği kız ve erkek gençlere ruhtaki samimiyeti öğretmiyorsunuz. Kendilerinde olmayan karşılıklı bir takım hisleri var diye gösteriyorlar; birbirlerinin hislerini çalıyorlar. Huzuru çalan burada her şey: Sokaklardaki araba ve otomobiller, ayak satıcıları, dilenciler, rozetçiler, vakitsiz particiler. Şu vapurun kamarasındaki gazetecilere bakın. Sinirleri bozan sesleriyle şu bin kişinin başına her biri bir beladır. Ama bunlar birbirlerine bela olmaya öyle alışmışlardır ki hiç birbirlerine ses çıkarmıyorlar. Zira içlerinde başka zaman o gazetecilerin de başına bela olacaklar vardır..."
"Vicdanın çalınması; bilirsiniz ki, inanmadığımız, kabul etmediğimiz hususlarda, reyimizin zorla elimizden alınması veya bizim hesabımıza haksız yere kullanılmasıdır. İnanmadığımız fikirleri bize zorla mal etmek, mesela inanmadıklarımızı genç bir nesle okutmaya mecbur etmektir. Sevmediğimizin huzurunda secdeye bizi mahkûm etmektir. Sizin içinizden biri, daha kalabalık ve kabadayı bir zümrenin hoşuna gitmeyen bir işi yaparsa onun üzerine atılmıyorlar mı?.."
"Para çalmak meselesine gelince; bu işte geceleri evden çalan hırsızlar hele bir tarafta kalsın, izniniz ve arzunuz olmadan sizden alınan paraları düşünün; dolandırıcılığın türlü çeşitlerinden başka zaruri ianeler, kanunsuz para almalar, esnafın alışverişteki pazarlık sanatı ve bu sanatın gayesi, hava paraları, rüşvetler, hediyeler, bahşişler nihayet hak sahibinin hakkını alamaması hırsızlık değil de nedir?"
"Miras çalmanın da türlü şekilleri var: Kocanın malını karısına bağışlama veya hileli satma dalavereleri hep Şarka ait zekâ eserleridir ve bunların hepsi hırsızlıktır!"
Dostumun sabrını israfa mecburdum. Avrupalı olduğunu ispat için bugün söz sahibi o olacak yerde ben olmuştum. O besbelli bana Avrupalı olduğunu ispata medar olsun diye iyi giyinmiş ve gelirken tıraş olmuştu. Kaybettiği zamanın sebebi de belki bu olmuştu. Lakin o şimdi pek mahcuptu. Ona âlimin cübbe ile âlim olamayacağını anlatmanın tam zamanı idi. Telkinlerime devam ettim. Zavallı dostum sanki utancından ölmüştü:
"...Avrupa, hürmetin kıyafete değil, meziyete yapıldığı yerdir ve Avrupalılık, büyük adamı kıyafetiyle değil, kalp ve ahlakı ile tanımaktır. Evet, yine Avrupalılık:
Kendi evinin önünü temiz tutmaktır ve başkasının evinin önüne de çirkef atmamaktır.
Dostlarına karşı zekâsını değil, kalbini kullanmaktır.
Vicdanı ve kanaati hilafına rey vermemektir.
Başkalarının vicdanına kontrol hakkına sahip olmamaktır. İnsanın kadir ve kıymetinin tanınması, insanın insana kul olmamasıdır.
Kendi milletinin mazisine küfretmemektir.
Her başa geçeni mutlaka alkışlamamak ve asla alkışlatmamaktır. İbret alınacak hadiselere bakarak kendine gelmesini bilmektir.
Bilenin üstte, bilmeyenin altta bulunmasıdır."
Karşımda sabrını, izzetinefsini mahvolmuş gördüğüm dostum bana öyle geliyordu ki şu anda değil sadece Avrupa'yı, hemen hiçbir şeyi bilmez bir haldedir. Haline acıdım. Sözlerimin sona geldiğini kendisine temin ettim. Dedim ki: "Son sözlerim: Siz ilmi tersinden almışsınız, aklınızı da tersine kullanıyorsunuz. İşte misalleri:
Avrupa'da küçük çocuk yetiştirirken, bir kapıyı açmasını öğretmekle başlıyorlar. Sonra alim yetiştiriyorlar. Siz beşikte iken oğlum büyük adam olacak diye büyük adamlıktan başlatıyor ve az sonra sokak kapısından dışarı atıyorsunuz. Onlar da işte böyle büyük adamlıktan başlıyor, tımarhanede veya içki sokaklarında bitiriyorlar.
Siz evlerinizde yerlere halı seriyor ve sokaklarınızı pislikle dolduruyorsunuz. Evden içeri girerken potinler çıkıyor; buna temizlik diyorsunuz. Avrupalılar sokaklarını temizliyor ve evlerine temiz potinleriyle giriyorlar; buna temizlik diyorlar.
Sizde ilim, insanların hem ahlakını, hem aklını bozmaya yarıyor. Sizin köylünüz münevverinizden daha akıllı ve daha ahlaklıdır. Avrupa'da ilim, akıllı ve ahlaklı yapar. Köylü çok geridir, münevver ileri adamdır.
Köylüye güvenilmez, inanılmaz; münevvere hem güvenilir, hem inanılır. Sizde iş aksinedir..."
Dostum Avrupalı olmadığına inanmıştı. İlk fırsatta geçen bir tramvaya atlayıp kaçmaya hazırlanıyordu. Dedim ki: "Acele etme, bir taksi tutarsın. Bütçen o kadar muntazam değildir. Söyleyeceğim birkaç söz kaldı:
Avrupa'dan aldığınız insanlığa musibet getirici şeyler de az değildir. Avrupa'dan fena, fakat alınması kolay ne varsa onları da hep almışsınız: Fabrika, otomobil, tırnak boyası, dans, frenkçe kelimeler, piyango, takızaferler, vesaire vesaire...
Avrupa'dan alınması lazım olan değerlerine ait şüphesiz ki sizin de birçok bilginiz var. Lakin bunları ilk mektep çocuklarına olsun anlatıyor musunuz? Mademki öğretmiyorsunuz, o halde kurtuluşunuzu neden bekliyorsunuz?
Dostum, emin ol ki bu kurtuluş yolu, Avrupa'nın iyi şeylerini kapıp kaçırma gibi şuursuz bir taklit ile de bulunmaz. Evvela kendi benliğinizi bulacak, benliğinize bürüneceksiniz. Sonra onun işleme safhasında Avrupa'dan bu işe elverişli olan ve insandan emek bekleyen iyi şeyleri alacak, benliğinizde eritecek, kaynaştıracaksınız. Her şeyden evvel kaybettiğiniz benliğinizi bulmanız lazım...
Hareket II / 21 Kasım 1948
11 Haziran 2014 Çarşamba
Tamirci Çırağı
Bu şarkıyı ne zaman dinlesem tüyleri diken diken oluyor. Bu dünyada haksızlığa uğramış insanlar için beslediğim ilk adalet hissiyatı bu şarkıyla başlamıştı. Öyle bir şarkı ki Marx'ın, Hegel'in, Sartre'nin bütün toplumsal çöümlemelerini içinde barındırıyor. Hem de bilgi ile değil, bilakis tamirci çırağının içinden görüyoruz yaşadığı ayrımcılığı, pozisyonundan utanışını.
"Elleri ak yumuk yumuk ojeli tırnakları, nerelere gizlesin şu avucun nasırları" diyor tamirci çırağı. Hiç bir emek zayi etmeden babasının parasını yiyen kızdan avucundaki nasırlar dolayısıyla utanıyor. Utanıyor çünkü o kendi elinin emeğini yiyor, utanıyor çünkü onun babası zengin değil.
"Ustam seslendi uzaktan oğlum al takımları" dizesini Cem Karaca öyle bir seslendirmiş ki, tamirci çırağının real dünyaya adeta beton bir duvara toslar gibi toslamasını hissedebiliyorum.
"Ustama dedim ki giymeyim tulumları"... İşte burası şarkının beni benden alan parçası. Öyle ki çırak hayatından utanıyor. Yani bu avucundaki nasırları saklamaktan öte bir şey, bu tamamen eziklik duygusu. Sağ olsun Cem Karaca yine burada bu gencin feryadını yen güzel şekilde sunmuş.
"Durdu zaman, durdu Dünya, girdi içeri kapıdan"... Bu ne büyük bir aşk! Artık burada çırağımız için zaman, mekan hiçbir şekilde önemli değildir, sadece o önemlidir. Çırak zengin kızcağımız için nefes alırken, onun için yaşarken yapabildiği tek şey: " Öylece bakakaldım, gözümü ayırmadan"
Kıza bu denli aşık gencimiz, hayatının en büyük anını yaşarken, ki hakikati zengin kızda görüyor ve bir nevi Allah'ın güzeliğinin zengin kızda şekil almış haline aşık oluyor, zengin kızın ufak bir sorusuyla bütün dünyası yıkılıyor: "Kalktı hilal kaşları sordu: Kim bu serseri?"
Bitti. Artık tamirci çırağının hayatı un ufak oldu, parçalandı, mahvoldu! Neden? Çünkü tamirci çırağı idi. Ustasına bakarsak onun da bu yollardan geçtiğini görüyoruz. Ama o bu zalim ve insana beş kuruş değer vermeyen bu dünyada o ne olduğunu (daha doğrusu ne olmadığını) çoktan kabullenmiş: İşçisin sen, işçi kal!
Bilmiyorum ben mi fazla değer veriyorum ama, ben bu şarkıdan gerçekten çok etkileniyorum. İnanıyorum ki hiç bir sosyolog, bu insanların gerçekten neler hissettiğini, neler yaşadığını bu şarkı kadar içten ve kalplerde bu denli iz bırakır şekilde açıklayamacaktır. İşte burada sanatın değerini yeniden keşfediyorum.
"Elleri ak yumuk yumuk ojeli tırnakları, nerelere gizlesin şu avucun nasırları" diyor tamirci çırağı. Hiç bir emek zayi etmeden babasının parasını yiyen kızdan avucundaki nasırlar dolayısıyla utanıyor. Utanıyor çünkü o kendi elinin emeğini yiyor, utanıyor çünkü onun babası zengin değil.
"Ustam seslendi uzaktan oğlum al takımları" dizesini Cem Karaca öyle bir seslendirmiş ki, tamirci çırağının real dünyaya adeta beton bir duvara toslar gibi toslamasını hissedebiliyorum.
"Ustama dedim ki giymeyim tulumları"... İşte burası şarkının beni benden alan parçası. Öyle ki çırak hayatından utanıyor. Yani bu avucundaki nasırları saklamaktan öte bir şey, bu tamamen eziklik duygusu. Sağ olsun Cem Karaca yine burada bu gencin feryadını yen güzel şekilde sunmuş.
"Durdu zaman, durdu Dünya, girdi içeri kapıdan"... Bu ne büyük bir aşk! Artık burada çırağımız için zaman, mekan hiçbir şekilde önemli değildir, sadece o önemlidir. Çırak zengin kızcağımız için nefes alırken, onun için yaşarken yapabildiği tek şey: " Öylece bakakaldım, gözümü ayırmadan"
Kıza bu denli aşık gencimiz, hayatının en büyük anını yaşarken, ki hakikati zengin kızda görüyor ve bir nevi Allah'ın güzeliğinin zengin kızda şekil almış haline aşık oluyor, zengin kızın ufak bir sorusuyla bütün dünyası yıkılıyor: "Kalktı hilal kaşları sordu: Kim bu serseri?"
Bitti. Artık tamirci çırağının hayatı un ufak oldu, parçalandı, mahvoldu! Neden? Çünkü tamirci çırağı idi. Ustasına bakarsak onun da bu yollardan geçtiğini görüyoruz. Ama o bu zalim ve insana beş kuruş değer vermeyen bu dünyada o ne olduğunu (daha doğrusu ne olmadığını) çoktan kabullenmiş: İşçisin sen, işçi kal!
Bilmiyorum ben mi fazla değer veriyorum ama, ben bu şarkıdan gerçekten çok etkileniyorum. İnanıyorum ki hiç bir sosyolog, bu insanların gerçekten neler hissettiğini, neler yaşadığını bu şarkı kadar içten ve kalplerde bu denli iz bırakır şekilde açıklayamacaktır. İşte burada sanatın değerini yeniden keşfediyorum.
Bütünsel Tevhid - Parçalayıcı Şirk
Şeytan neden şeytandır? Acaba şeytan, şeytan olduğundan dolayı mı şeytandır yoksa onu şeytan yapan başka şeyler de mi vardır? Peki biz ne yaptığımızda şeytanlaşıyoruz?
Gelelim Yaratılış Kıssası'na. Şeytan Allah'ın emrine karşı çıkıp Adem'e secde etmiyor ve kendince ürettiği mantıksal çözümleme sonucunda Allah'ın huzurundan kovuluyor. Peki şeytan Adem'e secde etmeyerek ne yaptı? Onun bozduğu şey nedir?
Düzen. Evet şeytan Allah'ın kurduğu sisteme kendince mantıksal nedenlerle karşı çıktı. Şirk de böyledir. Tevhid bütünsel bir bakış açısı olarak her olguyu yerli yerine oturturken, şirk ise bir olguyu olması gereken yerden alıkoyup, onu ilahi düzende olması gereken yerden ayrı bir yere koyuyor. Şeytan da aynısını yapıyor aslında. İlahi düzende Adem'e secde etmesi gerekirken şeytan, kendi küçük aklıyla olması gerekeni uygulamıyor ve kendini Adem'den üstün görüyor. İşte bütün olay burada bitiyor.
Peki tevhidi dünyagörüşü nasıl sağlanmalı? Eğer biz, ilahi düzenin ne olduğunu bilseydik, tabi ki buna göre davranırdık. Günümüz dünyayı ilahi düzene götürmek için gerekli olan altyapı, yani tevhidi dünyagörüşü, nasıl kurulabilir?
Tevhidi dünyagörüşü her şeyin Allah'tan geldiğini bilen, bundan dolayı hiçbir şeyi kötülemediği gibi her şeyin yerini ve zamanını doğru ayarlamaya çalışan bir zihindir. Bu ancak bütünsel bakılarak elde edilebilecek bir durumdur. Öyle ki insan bulunduğu ortamın nasıl olduğunu ancak bütünün içerisindeki yeri görerek kavrayabilir. Bundan dolayı öncelikli olarak insan bütünsel bakmalı, ardından olgunun bu bütünün içerisindeki yerini belirlemelidir. Bu belirlemeyi sağlayan zihinsel altyapı ise tevhidi dünyagörüşüdür.
Bütünsel bakmaktan kastım bir tepeye çıkıp aşağı bakmak değildir elbette. Burada söz konusu olan insanın zaman ve mekan parametrelerini yükseltmesidir. Bir nevi tarih -bahsettiğim tarih savaş ve güç tarihi değildir- bilmesidir. Böylelikle insan, bundan öncekilerinin hayatına bakıp, bütünsel bir bakış açısı yakalayabilir.
Tevhidi dünyagörüşü elbette kendini en iyi amelde temsil eder. Böylelikle tevhidi dünyagörüşüne sahip İnsanın davranışları, eylemleri, amelleri tabiata -yani Allah'ın kurduğu düzene - karşı olmamalıdır. Bu İnsan tabita karşı iş yapmaksızın, kendini tabiatın akışına bırakmalıdır.
Özetleyecek olursam, tevhidi dünyagörüşü bütün parçaları birbirine bağlayan, her olgunun bir yerinin olduğu bütünsel bir dünyagörüşü iken şirk bu parçaların bağını kesmek veya yerlerini değiştirmektir. Bundan dolayı bize düşen ise tabiatla uyum içerisinde yaşarken, bütünsel bir bakış açısı yakalamaktır.
Gelelim Yaratılış Kıssası'na. Şeytan Allah'ın emrine karşı çıkıp Adem'e secde etmiyor ve kendince ürettiği mantıksal çözümleme sonucunda Allah'ın huzurundan kovuluyor. Peki şeytan Adem'e secde etmeyerek ne yaptı? Onun bozduğu şey nedir?
Düzen. Evet şeytan Allah'ın kurduğu sisteme kendince mantıksal nedenlerle karşı çıktı. Şirk de böyledir. Tevhid bütünsel bir bakış açısı olarak her olguyu yerli yerine oturturken, şirk ise bir olguyu olması gereken yerden alıkoyup, onu ilahi düzende olması gereken yerden ayrı bir yere koyuyor. Şeytan da aynısını yapıyor aslında. İlahi düzende Adem'e secde etmesi gerekirken şeytan, kendi küçük aklıyla olması gerekeni uygulamıyor ve kendini Adem'den üstün görüyor. İşte bütün olay burada bitiyor.
Peki tevhidi dünyagörüşü nasıl sağlanmalı? Eğer biz, ilahi düzenin ne olduğunu bilseydik, tabi ki buna göre davranırdık. Günümüz dünyayı ilahi düzene götürmek için gerekli olan altyapı, yani tevhidi dünyagörüşü, nasıl kurulabilir?
Tevhidi dünyagörüşü her şeyin Allah'tan geldiğini bilen, bundan dolayı hiçbir şeyi kötülemediği gibi her şeyin yerini ve zamanını doğru ayarlamaya çalışan bir zihindir. Bu ancak bütünsel bakılarak elde edilebilecek bir durumdur. Öyle ki insan bulunduğu ortamın nasıl olduğunu ancak bütünün içerisindeki yeri görerek kavrayabilir. Bundan dolayı öncelikli olarak insan bütünsel bakmalı, ardından olgunun bu bütünün içerisindeki yerini belirlemelidir. Bu belirlemeyi sağlayan zihinsel altyapı ise tevhidi dünyagörüşüdür.
Bütünsel bakmaktan kastım bir tepeye çıkıp aşağı bakmak değildir elbette. Burada söz konusu olan insanın zaman ve mekan parametrelerini yükseltmesidir. Bir nevi tarih -bahsettiğim tarih savaş ve güç tarihi değildir- bilmesidir. Böylelikle insan, bundan öncekilerinin hayatına bakıp, bütünsel bir bakış açısı yakalayabilir.
Tevhidi dünyagörüşü elbette kendini en iyi amelde temsil eder. Böylelikle tevhidi dünyagörüşüne sahip İnsanın davranışları, eylemleri, amelleri tabiata -yani Allah'ın kurduğu düzene - karşı olmamalıdır. Bu İnsan tabita karşı iş yapmaksızın, kendini tabiatın akışına bırakmalıdır.
Özetleyecek olursam, tevhidi dünyagörüşü bütün parçaları birbirine bağlayan, her olgunun bir yerinin olduğu bütünsel bir dünyagörüşü iken şirk bu parçaların bağını kesmek veya yerlerini değiştirmektir. Bundan dolayı bize düşen ise tabiatla uyum içerisinde yaşarken, bütünsel bir bakış açısı yakalamaktır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)