8 Aralık 2019 Pazar

Güç


İnsanlar olarak diğer biyolojik türlerin tarihsel gelişimini anlamlandırırken, o biyolojik türlerin davranışlarını sadece nesnel ve genelleştirilebilir yönleriyle ele alıyoruz. Kuş cıvıltılarını bir çiftleşme çağrısı, kurtların sürü halinde yaşamını bir hayatta kalma yöntemi, erkek tavus kuşlarının rengârenk kuyruklarını açmasını bir kur yapma hali olarak ifade ediyoruz. Belki de bir kuşun belirli bir zaman ve mekân içerisindeki cıvıltısının amacı sadece ve sadece çiftleşme çağrısı olmayabilir; fakat kuş cıvıltıları bütün öznelliğinden kurtulup genelleştirildiğinde bu durumun kuş cıvıltısının anlamına bir etkisi olmaz. Zira o durumda kuş, kendi cıvıltısına kendi anlamını vermiş olur. Biyolojik türlerin davranış paternlerindeki genelleştirilebilir yönlerini alarak o davranışın kendi içerisindeki anlamını buluyor ve bu düşünce biçimiyle bütün biyolojik türlerin evrimleşme süreçlerini açıklayabiliyoruz.

Aynı zamanda güç, mücadele, hayatta kalma ve türünü devam ettirme merkezli, öznelliğin bir anlam ifade etmediği bu düşünce biçimiyle kendi türümüzü ele al(a)mıyoruz. Zaman ve mekân genişlediğinde iyilik, güzellik, sevgi, fedakârlık, merhamet gibi öznelliklerin tarihsel süreç içerisinde etkilerinin yok sayılabilir düzeyde az oluğunu bilmekle beraber dar zaman ve mekân algısında – yani bireysel hayatlarımızda – evrimsel davranış biçimlerinden uzak, genelleştirilebilir kalıpların dışında tutumlar sergiliyoruz.

Varsayalım ki, insan diğer biyolojik türlerden farklı olmasın ve evrimsel süreç içerisinde ele alındığında insanların da davranışları genelleştirilebilsin ve en önemlisi de genelleştirildiğinde elde kalan sebep sonuç zinciri hakikati temsil etsin.

Bu varsayımla birlikte insanlık tarihini ele almaya çalışalım:

İnsanlığın gelişimindeki her bir aşamada; insanın, kendi güç alanına müdahil olan ve belirli bir noktadan sonra güç alanını genişletmesine engel olan biyolojik, toplumsal ve hatta kişisel gerçekliklerle mücadele ettiğini veyahut güç alanını genişletmek için yeni bir toplumsal veya kişisel gerçeklik yarattığını söyleyebiliriz.


İnsan, eşya kullanarak biyolojik olarak kendisinden daha avantajlı diğer türlere karşı güç alanı kazandı.

İnsan, birlikte yaşayarak ve iletişim kurarak sürü halinde yaşayan diğer türlere karşı güç alanı kazandı.

Kolektif güç, bir araya gelmiş bireysel güçler topluluğundan daha büyük bir güç alanı sundu insana. İş paylaşımı yaparak, iletişim kurarak, fazla üretimi paylaşarak birlikte yaşayan insanlar sahip oldukları yeni ve geniş güç alanının devamlılığını sağlamak için kendisine yeni bir gerçeklik yarattı: Toplum.


İnsanın güç alanını genişletebilmesi için aynı amaç için birlikte iş paylaşımı yaparak yaşamaları gerekiyordu. Bu nedenle insanların, bireysel güç mücadelelerinden vazgeçip kolektif güç alanında birlikte çalışması gerekiyordu. Bunun için insanın bireysel güç alanı dışında kolektif bir gücün var olduğunu, kolektif gücün kendisi için daha yararlı olduğunu ve asıl olanın kolektif güç olduğunu bilmesi, kabul etmesi ve ona göre yaşaması gerekiyordu.


Ne var ki insanların toplum olarak aynı amaç doğrultusunda belirli bir kolektif gücün çatısı altında yaşayabilmeleri, kendi bireysel güç alanlarından vazgeçip kendine ait olmayan bir güç alanı için yaşaması insanın evrimsel süreciyle örtüşmüyordu. İnsanı evrimsel sürecinin tersine, bireysel güç alanının ötesinde kendisine ait olmayan bir güç alanı için, kolektif güç için, toplumun gücü için yaşamasına ikna etmek için insan, kendine ikinci bir gerçeklik yarattı: Otorite.


Otoriteler ile insan aynı amaç uğruna birlikte yaşayarak daha büyük bir güç alanı olan kolektif güç alanını sürdürülebilir kıldı. Otoriteler iş bölümlerini belirledi, kurallar koydu ve insanların toplum olarak yaşayışını düzenledi. İnsanlığın gelişimi bu noktada artık hiçbir biyolojik türde görülmemiş bir yol izleyecekti. Bireysel güç alanını genişletmenin insanlığın gerçekliğinde artık yeri yoktu. Gücü merkezinde tutan insanın evrimsel gelişimi artık güç alanını genişletmek üzerinden değil, güç alanının doğru yönetilmesi ve paylaştırılması üzerinden şekillenecekti, yani Otoritenin doğru belirlenmesi üzerinden. İnsanı bir arada yaşamaya ikna eden, kolektif güç alanı oluşturmasını sağlayan Otorite, oluşan kolektif gücün doğru ve adil dağılmasından sorumlu olmalıydı.


İki tür Otorite ortaya çıktı: Devlet ve Tanrı. İki Otorite de toplumsal yaşama düzenlemeler getirip kolektif güç oluşturuyor, iki Otorite de kendini kolektif gücün sahibi olarak görüyor, iki Otorite de oluşan kolektif gücün Topluma doğru ve adil dağılmasını savunuyor ve kolektif gücün sahibi olarak bu sorumluluğu alıyordu. Aradaki fark ise Devlet insana ait bir kavram iken Tanrı insan dışı bir kavramdı. Dolayısıyla Devlet’te kolektif gücün otoritesi insanken, Tanrı bu otoriteyi insandan devralıyordu. Otoriteler ile birlikte kazanılan kolektif güç Toplumda daha doğru ve daha adil dağıtılması gerektiğinde Toplum, kolektif gücün otoritesini Devlet’ten Tanrı’ya veriyordu. Ardından Tanrı’nın temsilcileri aynı toplum için yeni bir Devlet ve yeni bir düzen kuruyor ve o Devlet de otoritesini adil ve doğru kullanmadığı takdirde süreç yeniden başlıyordu.


Dolayısıyla Tanrı otoritesi, Toplum için her zaman daha doğru ve daha adil bir otoriter düzenin var olabileceği ihtimalini var kılıyordu. Tanrı’nın her zaman Topluma daha doğru ve daha adil bir otoriter düzen sunabilme ihtimali, Tanrı’ya kolektif gücün otoritesini mutlak suretle kazandırıyordu. Dolayısıyla asıl Otorite Tanrı’ydı.


Ne var ki, Tanrı’nın var olması yani kolektif gücün otoritesinin insana değil Tanrı’ya ait olması, insanın kendi tarihsel sürecindeki yolculuğu ile örtüşmüyordu. Eşya kullanan, Toplum ve Devletler inşa eden insan bireysel veya kolektif güç alanını genişletirken sahip olduğu gücün de otoritesine de talipti. Dolayısıyla insanın evrimsel gelişimindeki bir sonraki aşama otoriteyi de Tanrı’dan devralırken aynı zamanda Tanrı’nın ve Tanrı’nın temsilcilerinin insana sunduğundan daha geniş bir kolektif güç ve daha doğru ve daha adil bir güç dağılımına ulaşmaktı.


İnsanın Tanrı ile olan savaşı bir güç savaşı değil, otorite savaşı olacaktı. İnsan kendine, kolektif gücün otoritesine kendisinin sahip olması gerektiğini ispatlamalıydı. En başta Rönesans ile insan evreni, doğayı, Dünya’yı ve Dünya gerçeklerini Tanrı’dan ve Tanrı’nın temsilcilerinden daha iyi bildiğini ve daha iyi anladığını kendine ispatladı. Ardından Reform ile insan, toplumsal yaşamı Tanrı’dan ve Tanrı’nın temsilcilerinden daha iyi kurgulayabileceğini kendine ispatladı. Aydınlanma çağı ile insan, bireysel ve toplumsal ilkelerini, yaşam prensiplerini Tanrı’dan ve Tanrı’nın temsilcilerinden daha iyi belirleyebileceğini kendine ispatladı.

" Öyle davran ki davranışının temelindeki ilke, tüm insanlar için geçerli olan evrensel ilke veya yasa olsun."     - Immanuel Kant

Bilgi, toplumsal yaşam ve ilke düzeyinde Tanrı’nın otoritesini devralan insan, son olarak da Sanayi Devrimi ile birlikte Tanrı’nın varlığının sunacağından daha da büyük bir güç alanını insanlığa sunabileceğini kendine ispatlayınca Tanrı’nın insanın evrimsel gelişiminde yeri kalmadı ve Tanrı Nietzsche’nin de dediği gibi öldü.


Dolayısıyla Tanrı'nın doğuşuyla açılan çağ, Tanrı'nın ölüşüyle bitmiş oldu. Tanrı'nın doğuşuyla gücün insana ait olduğu kanıtlanırken, Tanrı'nın ölüşüyle gücün otoritesinin de insana ait olduğu kanıtlanmıştı.


İnsanlığın evrimsel sürecine baktığımızda insanın güç alanının en fazla olduğu aynı zamanda sahip olduğu gücün otoritesine tamamen hâkim olduğu tek süreç içerisindeyiz. Peki, gelecek için de aynısını söyleyebilir miyiz?


Öncelikle insanın Sanayi Devrimiyle birlikte insanların birlikte çalışarak oluşturduğu kolektif güçten daha büyük bir güç alanı bulabilmesinin kaynağını düşünmemiz gerekiyor. Eğer bu kaynak, gelecekte de var olmaya devam ederse bu sürecin gelecek için de geçerli olmasını bekleyebiliriz.


Sanayi Devrimi ile insan, insanlığın yakın tarihteki güç algısından farklı bir güç algısına ulaştı. Güç alanını genişletmek için yakın tarihte en verimli yöntem olan insanların birlikte çalışıp, kolektif güç oluşturması fikri, doğal kaynakların bilim ve teknikle kullanılması sonucu en verimli yöntem olmaktan çıktı. Binlerce insanın birlikte aynı amaç uğruna çalışarak oluşturdukları kolektif güç, bir buharlı makinenin sahip olduğu teknik güçten fazla değildi. İnsanların kitle halinde birlikte çalışmaları eskisi kadar büyük bir güç alanı oluşturmadığı için insanlık olarak güç kazanmak için kitle halinde çalışan insanlara ihtiyacımız kalmadı, yani kölelere. Dolayısıyla insanın güç kazanması için kolektiviteye ihtiyacı kalmadı. Bununla beraber Otoriteler de insanın tarihsel sürecinde önemsizleşti.


Ne var ki, teknik güç sadece ve sadece insana ait bir güç değil. Teknik gücün var olabilmesi için doğal kaynakların var olması gerekir. Dolayısıyla insan, doğal kaynaklardan teknik güç üretebildiği müddetçe kolektif güce ihtiyaç duymaz. Fakat şu bir gerçek ki son kömür, son petrol, son doğal gaz tüketildiğinde insan, güç üretebilmek için birlikte, aynı amaç için çalışmak zorunda kalacak. Dolayısıyla doğal kaynaklar yok olduğu anda daha doğrusu insan, doğal kaynaklardan teknik güç üretemediği anda tekrar kolektif güce ve dolayısıyla tekrar Otoriteye ihtiyaç duyacak.


Bütün bu durum gösteriyor ki, teknik gücün de otoritesi aslında insan değildi, aynı kolektif güçte olduğu gibi. Teknik gücün otoritesi doğaydı. Günümüzde doğanın sahip olduğu otoritenin gerçekçi bir karşılığını göremiyoruz çünkü teknik gücün otoritesinin doğada olduğunun kabul edildiği bir senaryoda insanlık olarak güç alanımız daralıyor. Dolayısıyla bu otoriteyi benimsemek, insanın işine gelmiyor. Ne var ki, insanın teknik güç alanı doğa tükendikçe küçülecek ve en sonunda kolektif güçten daha küçük olacak. Bu da demek oluyor ki, doğa yeterince tüketildiğinde insan, teknik güçten kolektif güce geçiş yapmak zorunda kalacak ve dolayısıyla kolektif gücün getirisi olan Otoriteye ihtiyaç duyacak. Özetle, insanın kendi güç alanının otoritesine de sahip olması günümüz için geçerli (!) fakat gelecek için genelleştirilemeyecek bir durum.


Gelecek için en endişe verici unsur ise insanlığın, doğanın teknik güç içerisindeki otoritesini kabullenmek için teknik güç alanının kolektif güç alanından daha dar olduğu anı yani doğanın tükendiği anı beklemesi. Doğanın tükendiği noktada doğayı gücün otoritesi olarak kabullenmek bir çözüm olmayabileceği gibi aynı zamanda insanlığın tükenmiş bir doğada değil güç üretmek, var olabileceği bile büyük bir soru işareti.


İnsanlığın gelecekteki otorite savaşları belki de güç merkezli bir savaş değil, bir var olma savaşı olabilir.

Fakat bu sefer insanlık için kazanmak, otoriteyi kaybetmek anlamına gelebilir.

Peki, insanlık şimdi ve hemen güç kazanmadığı bir senaryoda gelecekte var olabilmek için neden gücünden ve gücünün otoritesinden vazgeçsin?

Kim bilir, belki de vazgeçebilmesi için yeni bir Otoriteye ihtiyaç vardır?

31 Mart 2019 Pazar

Enerji Ekonomisi - Yenilenebilir Enerji - Genel Bakıs


Endüstri 4.0’ın konuşulduğu, iletişim teknolojilerinin yeni bir sanayi devrimi hazırlığında olduğu günümüzde, bu zamana kadar bütün endüstriyel devrimlerin kaynağı olan enerji sektöründe devrimsel gelişmeler yaşanıyor. 2000’lı yıllardan önce sadece düşüncede kalan, birkaç yıldır da birçok ülkede önemli yatırımların yapıldığı yenilenebilir enerji başta enerji sektörü olmak üzere gerek endüstriyel alanlarda gerek de devlet politikalarında önemli bir rol oynamaya başladı.

Dolayısıyla yenilenebilir enerjinin yükselişi birçok soru doğuruyor: Uğruna savaşların yapıldığı, büyük devletlerin gerek politik gerek de maddi yatırım yaptıkları petrol, kömür, doğal gaz gibi fosil enerji kaynaklarına rağbet neden azalıyor? Değişen enerji sektörü ile birlikte devletlerin enerji politikaları nasıl değişiyor? Yenilenebilir Enerji yatırımlarının artması ve yaygınlaşması ile hangi sorunlar ortaya çıkıyor? Gelecekte enerjiyi hangi kaynaklardan, hangi teknolojilerden elde edeceğiz?

Dünya Birincil Enerji Tüketimi 1800-2017 (TWh)
(Kırmızı - Geleneksel Bioyakıtlar, odun)
(Gri - Kömür)
(Mavi - Ham Petrol)
(Mor - Doğal gaz)

Bilindiği üzere kömür, petrol ve doğal gaz olmak üzere fosil enerji kaynakları, günümüz enerji ihtiyacını karşılamak için kullandığımız temel enerji kaynaklarıdır. 4 temel sektörde (Sanayi, Mesken, Ulaşım ve Ticarethane) farklı enerji ihtiyaçlarını kömür, petrol ve doğal gazla karşılarız. Bununla beraber elektrik üretiminde de bu enerji kaynaklarının ana rolde olduğunu görüyoruz. 1950’li yıllardan beri artan (birincil) enerji tüketiminde de bu enerji kaynaklarının en büyük paylara sahip olduklarını görüyoruz. Peki, günümüze kadar enerji sektörünü hegemonya altına alan kömür, petrol ve doğal gaz karşısında yenilenebilir enerji nasıl yükselişe geçti ve yatırımları kendisine çekmeyi başarabildi?


Fosil yakıtların coğrafi olarak homojen dağılmaması; toprağında fosil yakıtlara sahip, enerji kaynağı arzı olan gelişmemiş ülkelerle fosil yakıt rezervi bakımından fakir olup ekonomik olarak gelişmiş ülkelerin enerji talebini karşı karşıya getirdi. Amerika’nın petrol talebini Suudi Arabistan, Avrupa’nın doğal gaz talebini Rusya ve Katar, kömür talebini ise Güney Afrika ve Çin karşılamak durumunda kaldı. Dolayısıyla gelişerek ekonomik bağımsızlık kazanan gelişmiş ülkeler, kaçınılmaz yükselen enerji talebi sonucunda gelişmemiş ülkelere bağımlı hale geldiler. Ekonomik olarak ürettiği katma değeri, enerji kaynakları ithalatına harcamak istemeyen – özellikle fosil yakıt rezervi olmayan – ülkeler, alternatif enerji kaynaklarına yönelmeye ve bu alanlara yatırım yapmaya başladılar. Ekonomik bağımsızlık için fosil kaynak gerektirmeyen enerji üretimi ise sonuç olarak yenilenebilir enerji teknolojilerini doğurmuş oldu.


Güneş Paneli Fiyatı 1977 - 2013 ($/Watt)
Her ne kadar yenilenebilir enerji teknolojileri geliştirilip, verimlilikleri artırılsa da yenilenebilir enerji (özellikle güneş panelleri ve rüzgar türbinleri)  yakın zamana kadar enerji yatırımlarında bir yükseliş yakalayabilmiş değildi. 2010 yılına kadar gerçekleşen teknolojik gelişmelere rağme, güneş panelleri ve rüzgar türbinleri, fosil yakıtların sunduğu ekonomik koşullarla yarışamamış ve dolayısıyla enerji yatırımlarında yatırımcıyı kendisine çekememişti.

Fakat özellikle Avrupa’da, devletlerin, güneş panellerine yatırımı artırmak için 2000’li yıllardan beri uyguladığı - ekonomik olarak zararına - politikalar ile birlikte yenilenebilir enerji sektörü yapay bir büyüme gerçekleştirdi. Bu yapay büyümenin kalıcı olarak sunduğu sonuç ise, yenilenebilir enerji teknolojilerinin ekonomik olarak fosil yakıtlarla yarışabilecek düzeye gelmesiydi. Zira yenilenebilir enerji sektörünün büyümesi sonucunda pazar büyümüş, rekabet artmış ve güneş paneli ve rüzgar türbinleri yatırım fiyatları düşmüştü. Sonuç olarak yenilenebilir enerji, fosil yakıt rezervi olmayan ülkelerin enerji taleplerini karşılayabilecekleri ekonomik bir seçenek halini almaya başladı. Enerji bağımsızlığına ulaşmak için alternatif enerji kaynaklarına yönelen gelişmiş ülkelerde ise yerli yatırımların yenilenebilir enerji sektörüne kayması sonucunda yenilenebilir enerji alanında büyük bir yükseliş yaşanmaya başlandı.


Çevre kirliliğinin ve küresel ısınmanın artması sonucunda sürdürülebilir, yenilenebilir, yeşil enerji halk tabanından talep edilmesi de yenilenebilir enerjinin yükselişinde önemli rol oynadı. Kyoto protokolü ve Paris konferansında –Amerika dışında- bütün ülkelerin sera gazları salınımına karşı politikalar uygulama konusunda anlaşması da enerji yatırımlarının yenilenebilir enerji alanına kaymasında etken bir rol oynamış bulundu.
Özetleyecek olursak, yenilenebilir enerjinin kömür, petrol ve doğal gaz karşısında günümüzde önemli bir yükseliş yakalamasını 3 sebeple temellendirebiliriz:

     1.       Gelişmiş ülkelerin enerji taleplerini bağımsız bir şekilde karşılama istekleri
     2.       Yenilenebilir enerji teknolojilerinin fosil yakıtlarla ekonomik olarak aynı seviyeye gelmesi
     3.       Çevre kirliliği ve küresel ısınmanın küresel bir sorun olarak görülmesi ve enerji sektörüne sera gazları konusunda yaptırımlar uygulanması

Bir sonraki yazımda, değişen enerji sektörü ile birlikte değişen enerji politikalarını ve bu politikaların sonucunda oluşan farklı enerji yatırımlarından bahsedeceğim.


Kaynaklar:
https://ourworldindata.orghttp://costofsolar.com

1 Ocak 2019 Salı

Cella - Yapay Zeka ve Insan


İlk olarak buhar gücü, ardından otomasyon, yakın geçmişte elektrifikasyon ve günümüzde ise dijitalizasyon ve yapay zekâ. Teknolojinin gelişmesinde yaşanılan devrimsel değişiklikler, yakın tarihte tanık olduğumuz üzere başta endüstride, ardından ekonomide ve toplumda, son olarak da bireylerde değişiklikler yarattı. Bütün bu değişiklikler sonucunda iş, katma değer, üretim, tüketim hatta vatandaş gibi kavramlarda gerek tanım olarak gerek uygulama olarak farklılıklar oluştu. Değişen ve uyum sağlayan insanoğlunun bu seferki değişim ve dönüşüm durağı ise yapay zekâ. Peki, insanoğlunda bu seferki değişimde hangi kavramların hangi kavrayışlarında nasıl bir değişim ve dönüşüm yaşanacak, insanoğlu bu sefer neye dönüşecek?

İnsanoğlunun yapay zekâ ile değişiminden ve dönüşümünden evvel, yapay zekânın, ondan önce dijitalizasyonun ne olduğunun anlaşılması büyük önem arz ediyor. Dijitalizasyon, analog verilerin bilgisayar tarafından ulaşılabilir, anlaşılabilir dijital bir veriye dönüştürülmesi olarak anlaşılabilir. Örnek olarak, bir bakkalın veresiye defterinin içerisindeki analog veriyi bir Excel tabelasına çevirmesi o analog verinin dijitalleşmesidir. Analog verinin, dijital veriye dönüşümünde yapay zekâyı ortaya çıkaran faktör ise, artık bilgisayarın veriler üzerine işlem yapabilmesi hatta ve hatta belirli algoritmalar sonucunda karar alabilmesidir. Bakkal örneğinden devam edecek olursak, yapay zekâ, bakkalımız için yılbaşı gecesi verilecek ilave veresiye miktarını tahmin edip, nakit sıkışıklığını minimum zararla atlatabilmek amacıyla bakkalımız için kısa süreli kredi çekebilen bir bilgisayar sistemi halini alıyor. Dolayısıyla yapay zekâ, dijital verinin belirli algoritmalar üzerinden analiz edilmesi, yorumlanması ve elde edilen yorumun belirli algoritmalar üzerinden uygulanması olarak tanımlanabilir. Yapay zekâyı bir algoritmalar bütününden ayıran şey ise, belirli amaçlar için verilmiş algoritmaları geliştirebilmesi hatta ve hatta yeni algoritmalar üretebilmesidir.

Her ne kadar dijitalizasyonu ve yapay zekâyı tanımlayabilmiş olsak da, bu tanımlar, bu bilimsel ve teknolojik gelişmenin ne anlama geldiğini açıklamakta yeterli olmuyorlar. Yapay zekânın ne anlama geldiğini DIKW piramidi ve Nyquist–Shannon teoremi ile daha iyi anlayabileceğimizi düşünüyorum.

DIKW piramidi; veri(data), enformasyon(information), bilgi(knowledge) ve anlam(wisdom) arasındaki hiyerarşiyi sergiler. DIKW piramidine göre piramidin en alt basamağında, en düşük anlam seviyesinde fakat en geniş düzlemde veri yer alır. Verinin işlemden geçmesi sonucu bir anlama tekabül eden enformasyon oluşur. Farklı enformasyonların karşılaştırılması ve analiz edilmesi ise bilgiyi doğurur. Elde edilen bilgiye “Neden?” sorusu sorulduğunda ise anlam ortaya çıkar.

Bakkal örneğinden gidecek olursak, müşterilerin borçlandığı tarih ve borcun miktarı veriyi oluşturur. Borçlanmanın iş günleri, tatil öncesi iş günleri ve tatil günleri gibi farklılıklar üzerinden analizi ise enformasyonu oluşturur. Tatil öncesi iş günlerindeki borçlanma miktarı enformasyonu ile iş günlerindeki borçlanma miktarı enformasyonu karşılaştırılıp, analiz edildiğinde bilgi oluşur. Örneğin “Tatil öncesi iş günlerinde borçlanma iş günlerine kıyasla iki katına çıkmaktadır” cümlesi bir bilgiyi ifade eden cümledir. Bu bilginin nedenleri üzerine düşünmek ise anlam ortaya çıkartır. Örneğin “İnsanların, tatil günü için gerekli alışverişlerini tatil öncesi iş günlerinde yaptıkları için o günlerde borçlanma miktarı ikiye katlanıyor” cümlesi bu bilgiden bir anlam çıkarmaktadır. Veri, enformasyon, bilgi ve anlam içerisinde sadece ve sadece anlam çeşitlilik gösterebilir. Bir veri bir enformasyonu, bir enformasyon bir bilgiyi doğururken ve doğurmak zorundayken bir bilgi sonsuz farklı anlam doğurabilir.




Nyquist–Shannon teoremi, dijital sinyal işleme alanında kullanılan temel teoremdir. Teoremde matematiksel olarak ispat edilmiştir ki, bir sinyalden yeterince küçük periyotlar aralığında alınan sonsuz sayıdaki veriden, sinyalin aslının hesaplanması mümkündür. Bu da demek oluyor ki, sonsuz sayıdaki kırmızı noktaların/verilerin bilgisinden, kırmızı noktaların bütünün gri fonksiyonu/sinyali oluşturduğunu matematiksel olarak ispatlayabiliriz. Öyle ki, asıl sinyalin [9,10] aralığında düz bir çizgi olarak yani yeşil çizgi gibi gidemeyeceğini, [9,10] aralığında gri fonksiyonda olduğu gibi bir çukur oluşturacağını matematiksel olarak kanıtlayabiliriz, [9,10] aralığında
x fonksiyonunun hareketi hakkında herhangi bir verimiz olmamasına rağmen.


Nyquist–Shannon Teoremi







Günümüzde Nyquist–Shannon teoremi, dijital ses ve görüntü işleme alanında kullanılmaktadır. Örneğin, bir kuş cıvıltısı (gri fonksiyon), mikrofon yardımıyla dijitalleştirilir ve sonuç olarak dijital veri elde edilir (kırmızı noktalar). Ardından hoparlör vasıtasıyla kırmızı noktalar (veriler) işlenerek kuş cıvıltısı sesi oluşturulur. Nyquist–Shannon teoremine göre hoparlörden çıkan sesin, kuş cıvıltısının birebir aynısı olabilmesi için sonsuz sayıda veri toplanması gerekmektedir. Fakat günümüz teknolojisinde elde edilen veri miktarı ile aradaki fark oldukça azdır, öyle ki insanlar tarafından bir cıvıltının kuştan mı yoksa hoparlörden mi geldiği oldukça zor ayırt edilmektedir.

Dolayısıyla Nyquist–Shannon teoremi gösterir ki, gerçekliğin verilerinden oluşan sonsuz büyüklükteki veri bütünü gerçekliğin bilgisini verebilir. Sonlu, fakat fazla miktarda elde edilen veri ile hata payı düşük gerçeklik bilgisi elde edilebilir. Bu da demek oluyor ki, kulağımızla duyduğumuz kuş cıvıltısının neredeyse aynısı dijital veriler aracılığıyla elde edilebilir ve aradaki fark, fark edilemeyecek kadar küçük olabilir. Bu durumu dijital sinyal işleme alanından ziyade dijital veri işleme alanında yorumlayacak olursak, Nyquist–Shannon teoremi bize gösteriyor ki, gerçekliğin verisinden gerçekliğin kendisi fark edilemeyecek kadar küçük bir farkla elde edilebilir. Örneğin izlemiş olduğunuz videoların verisinden hangi videoları izleyeceğiniz ve beğeneceğiniz bilinebilir, sosyal medya üzerinden kurduğunuz sosyal ilişkilerin verisinden sosyal kimliğiniz bilinebilir, alışveriş geçmişiniz üzerinden alışveriş alışkanlığınız bilinebilir. Günün sonunda ise, sonsuza yakın sayıdaki veri ile gerçekten izlemek istediğiniz veya izlemekten hoşnut kalacağınız video size önerilebilir, gerçekten iyi anlaşacağınız bir kimse size sosyal medyada arkadaş olarak önerilebilir, gerçekten almak istediğiniz veya ihtiyacınız olduğu ürün size tavsiye edilebilir.

Yapay zekâyı Nyquist–Shannon teoremi ve DIKW piramidi üzerinden anlamlandıracak olursak, demek oluyor ki, yapay zekâ, gerçeklikten alınmış dijital verilerle gerçekliğe yönelik bir bilgi oluşturabilir. Her ne kadar oluşturulmuş bilgi, dijital ve sonlu verilerden oluştuğu için gerçeklik bilgisinin kendisi değilse de elde edilen dijital veri miktarı ile aradaki mesafe fark edilemeyecek kadar küçülebilir. Nasıl ki, dijital bir cihazdan gelen kuş cıvıltısı ile gerçek kuş cıvıltısı arasındaki fark neredeyse yok olduysa, bizlerin alışveriş alışkanlığımızın, video izleme alışkanlığımızın, mesajlaşma alışkanlığımızın bizdeki karşılığı ile yapay zekâdaki karşılığı arasındaki fark yakın zamanda yok olacağa benziyor.

Özetlemek gerekirse, yapay zekâ ile içinde bulunduğumuz durum itibariyle insana dair her şeyin dijital bir şekilde verileştirilip o şeyin bilgisine yapay zekânın yardımıyla yüksek bir doğruluk payıyla erişilebiliyor. Bütün sosyal ilişkilerini sosyal medya üzerinden yapan, bütün alışverişini alışveriş siteleri üzerinden yapan bir bireyin dijital verilerinden gerçekten de âşık olacağı eş bilinebilir, gerçekten de almak isteyeceği veya ihtiyaç duyacağı eşya bilinebilir. Gerçekten de bir birey yeterli veriyle bütün alışkanlıklarıyla, bütün ilişkileriyle, bütün duygularıyla dijitalleştirilebilir ve kendisi ile kendisinin dijital bilgisi arasındaki fark neredeyse fark edilemeyecek kadar az olabilir.

Peki, dijitalleşmiş bir insan nasıl özgür olabilir? Belki de dijital verileri arasındaki boşluğu, dijital verilerin bütününün belirlemesine izin vermeyip, kendisi belirleyerek. Belki de iki kırmızı nokta arasındaki davranış biçiminde, gri fonksiyon yani verilerin bütününün oluşturduğu fonksiyonun dışında kendi iradesi ile düz yeşil çizgiyi çizebildiğinde belki özgürce karar verebilir.

Fakat şu bir gerçek ki, DIKW piramidinde, sadece ve sadece insana ve insanın kendisine ait tek katman olarak anlam, yani “Neden?” sorusu kalacağa benziyor. 


24 Aralık 2018 Pazartesi

Cella - Köle Olmayabilmek


Hepimiz bir hayatın içine doğduk. Daha kendimiz olamadan hayatlarımızın bizim için verdiği kararlara uyduk ve hala uyuyoruz, kendimiz olabilsek dahi. Okullar okuyoruz, arkadaşlar ediniyoruz, meslekler ediniyoruz. Okuduğumuz okullar ya evimize en yakın okullar ya da bizim için en faydalı olduğu düşünülmüş okullar, arkadaşlıklarımız ise sadece aynı zamanda aynı mekânda olmanın getirdiği münasebetin sonucu, sahip olduğumuz meslekler ise bize en rahat idame ettirebileceğimiz hayatı sunan meslekler…

Doğal olarak soruyoruz kendimize, “Bu hayat benim hayatım mı?” diye. Hayatımızda verilmiş kararların kaçını kendimizin verdiğini düşünüyoruz. Kararları biraz da kendimiz vermek istiyoruz, en azından kararda birazcık payımızın olmasını…

Fakat toplum çok büyük ve çok mühim bir organizma. Ürünlerin üretilmesi, çocukların eğitilmesi, binaların inşa edilmesi, insanların ulaştırılması, sanatın yapılması, şarkıların söylenmesi, yemeklerin yapılması ve birçok şeyin halledilmesi gerekmekte. Böyle büyük bir organizmanın varlığı, insanlara hizmet ettiği gibi onları determine de ediyor. Dolayısıyla bir tanecik insancığın vereceği bir karar, bütün bir toplumun işleyişi bakımından ona bırakılamayacak kadar mühim.

Ne yazık ki, insan, onurlu bir şekilde özgürce karar verebilmek için toplum ile bütün alışverişini kestiğinde, bu sefer de kendisini doğanın kucağında buluyor. Bu sefer de odunların toplanması, hayvanın avlanması, yemeğin pişirilmesi, mağaranın bulunması gerekiyor. Bu sefer de insanın kararları doğa tarafından determine ediliyor. Zira sonuçta ısınabilmek için en kuru odunlar toplanılıyor, doyabilmek için en kolay avlanılan hayvan avlanılıyor, barınmak için en uygun mağarada barınılıyor. Okul, arkadaşlar ve meslek gibi toplumsal kararlaştırılmışlıklar bu sefer de doğa tarafından kararlaştırılmış odun, hayvan ve barınak olarak tezahür ediyor.

Dolayısıyla dünyevi sebepler üzerine inşa edilen organizmalar, içinde bulundurduğu özneleri determine ediyor. Dünyadan çıkan ve onun üzerine kurulan her düşünce, her duygu, her yapı, her sistem, her organizma bir başkasını determine etmek üzerinden var oluyor. Birlikte yaşamak, ticaret, siyaset, doğa gibi dünya üzerine inşa edilen organizmalar öznelerin birbirlerini organik olarak determine etmesi üzerine oluşuyorlar. Bu organizmaların devamlılığı, öznelerin birbirleriyle organik kararlaştırılmışlıklar üzerinden etkileşim kurmasıyla mümkün olabiliyor.

Dolayısıyla organizmanın devamına yönelik davranmak - eşyanın tabiatına uygun davranmak - insanı belirli kararlaştırılmışlıkların içine hapsediyor. Zira eşyalar, eşyanın tabiatına uygun davranırlar ve eşyalar karar veremezler. Doğal olarak eşyaya tâbi olanlar da karar veremezler.

O yüzden insanı eşyadan ayıran şey, eşyaya tâbi olmayabilmesi olmalıdır. Bütün yaşamsal ögelerden kendini soyutlayıp, eşyanın tabiatı dışında hareket edebilmesi olmalıdır. Ancak ve ancak eşyanın tabiatından çıkabildiğinde insan, belirli kararlaştırılmışlıkların dışında kendi olabilir. Ve ancak o zaman, insan isteyebilir. Eşyanın tabiatına uymayabildiğinde insan, bütün özgürlüğüyle, bütün iradesiyle, bütün kendiliğiyle isteyebilir.

Yani bir toplumdaki insan ancak evine en yakın veya kendisine en faydalı olan okula gitmeyebildiğinde, sadece ve sadece aynı zamanı ve mekânı paylaştığı insanlarla arkadaş olmayabildiğinde, hayatını en rahat idame ettiren mesleği seçmeyebildiğinde ancak isteyebilir. Ancak o zaman onun için kararlaştırılmış şeyleri yapıp yapmamayı isteyebilir, yapmayı istediğinde de kendi istediği biçimde yapmayı isteyebilir. Dolayısıyla isteyebilen bir toplum insanı, kendi istediği okulu okuyan, kendi istediği insanlarla münasebet kuran, kendi istediği meslek ile toplum organizmasına hizmet edip geçimini sağlayan bir insandır. İsteyebilen insan, kararlaştırılmışlıkların ötesinde karar verebilen bir insandır.

Dolayısıyla isteyebilen insanda tezahür eden iyiliğin ve kötülüğün, doğruluğun ve yanlışlığın, güzelliğin ve çirkinliğin müsebbibi sadece kendisidir. İsteyemeyen bir insanda tezahür eden ilkeler veya ilkesizlikler, o insanın iradesinden bağımsız bir şekilde tezahür eder, çünkü ilkeler veya ilkesizliklerin ortaya çıkışı büyük bir organizma tarafından kararlaştırılmıştır ve isteyemeyen bir insanın kararlaştırılmışlıklara karşı bir iradesi yoktur. İsteyebilen insan iyi, doğru, güzel veya kötü, yanlış, çirkin olabilir. Bundan hareketle sorumluluk, sadece ve sadece isteyebilen insanda aranabilir.

Tarih boyunca irade sahibi olamamış insanlar köle olarak nitelendirilmişler. Köleler başka insanlar tarafından kararlaştırılmış işleri yapar, başka insanlar tarafından kararlaştırılmış yemeği yer ve başka insanlar tarafından kararlaştırılmış yerde uyurlar. Köleler, yapıları gereği isteyemezler. Dolayısıyla “isteyemeyen insan” kavramı tarih süresince köle olarak vücut bulmuştur. Köle sınıfının olmadığı günümüz toplumsal yapısında, toplumsal yapıdan bağımsız bir kendilik idraksizliği olan “isteyemeyen insan” kavramı da “varoluşsal köle” olarak, iç dünyamızda ortaya çıkmaktadır. “isteyebilen İnsan” kavramı için de sadece “İnsan” demek yeterli olmalı, zira İnsan irade sahibi tek canlıdır.

Dolayısıyla, dünyevi sebepler üzerine inşa edilen hayatın içine doğan insan, bütün kararlaştırılmışlıkların ötesinde, eşyanın tabiatına aykırı davranabilerek İnsan olur. Dolayısıyla İnsan’lar isteyebilirler, irade gösterebilirler, çünkü kararlaştırılmışlıklar ötesinde bir kendilik idrakleri vardır. Bunun yanında kararlaştırılmışlıkların ötesine geçemeyen, dünyevi sebepler üzerine inşa edilen organizmada diğer öznelerle kararlaştırılmışlıklar üzerinden etkileşim gösteren insan, varoluşsal köledir, çünkü onun için verilen kararları isteyebilme veya isteyememe gibi bir durum yoktur, zira o kararların karşısında onun bir kendilik idraki yoktur, hatta kendisinin kendilik idrakinin varlığından haberi yoktur.

Tarihin bütün sürecinde kararlaştırılmışlıklar oldu. Bütün insanlık sürecinde insanlar doğa tarafından, toplum tarafından, din tarafından ve daha birçok taraftan belirli kararlaştırılmışlıklarla yüzleşti. Kararlaştırılmışlıkların çehresi değişse de, her zaman varoluşsal köleler ve İnsan’lar var oldu. Biz ise, bütün bir tarihe bakarak sadece ve sadece İnsan’ları seçebiliyoruz, zira bütün varoluşsal köleler kayboluyor tarihte. İnsan, bütün bir insanlık tarihinde bile parıldayabilecek bir ışık saçıyor, bütün hür iradesiyle. İnsan olmak, diğer bütün insanlardan farkı oluyor o İnsan’ların.

Eşyaya tâbi olmak olağan olandır. Olağan dışı olan, farklı olan ise eşyanın tabiatına uymayabilmekten kaynaklanır. Dolayısıyla olağan dışılık ve farklılık ancak ve ancak İnsanlıkla mümkün olabilir. Unutmamak gerekir ki, tarih farklı olanları unutmamıştır, iyileri de kötüleri de. Zalim hükümdarlar da adil hükümdarlar da olağan dışıdırlar ve tarih sayfalarında parlarlar. Buna karşın, hükümdar olmasına rağmen varoluşsal köle kalmış nice insanlar bütün olağanlıklarıyla unutulmuşlardır. Dolayısıyla İnsan olmak, farklı olmayı beraberinde getirir. Farklı olmak da doğal olarak İnsan olmayı beraberinde getiriyor.

Dünya üzerinde dünyevi sebeplerden kaynaklanmayan düşünceler, duygular, hareketler ve davranışlar dünyevi sebeplerden kaynaklanan, eşyanın tabiatının sonucu organik kararlaştırılmışlığın ürünü olan düşüncelerden, duygulardan, hareketlerden ve davranışlardan farklılık gösterirler. Aynı zamanda Dünya üzerinde, dünyevi sebeplerden kaynaklanan organik kararlaştırılmışlığın ürünü olan düşüncelerden, duygulardan, hareketlerden ve davranışlardan farklı olan ne varsa bir İnsan ürünü olmalıdır, zira kararlaştırılmışlık dışıdır yani olağan dışıdır. Farklılık İnsan’dan kaynaklanır.

Bu farklılığı toplumlar nezdinde ele alırsak, toplumlardaki farklılığı da İnsan olmakla açıklayabiliriz. Zira eşya tabiatına uygun bütün davranışları her toplumdan insan yapıyor. Her insan yemek yiyor, giyiniyor, uyuyor. Fakat farklı toplumun insanları farklı yemeği farklı şekilde yerken, farkı giysiler giyiniyor ve farklı yatak örtülerinin üzerinde uyuyor. Farklı toplumun insanları farklı inanıyor, farklı şarkı söylüyor, farklı konuşuyor, farklı davranıyor, sevgisini farklı ifade ediyor. Ardından bütün bu farklar bir “Kültür” kavramında toplanıyor. O toplumun İnsan’larının o topluma mâl olmuş birikimlerinin adı oluyor kültür. O toplumu diğer toplumlardan farklılaştıran, İnsanlaştıran yani toplum halinde eşyanın tabiatına aykırı davranabilme alışkanlığı getiren birikimler…

Dolayısıyla, bir toplumun bir başka toplumun kölesi olması da bu farklılıklarını yitirmesi olarak anlaşılabilir. Kendi toplumunun İnsan’larının birikimleriyle toplumsal olarak edinilmiş farklılıkları terk etmek, olağanlaşmak, sıradanlaşmak, herkesleşmek…

Bir gıdayı farklı pişirmek, bir sözü farklı söylemek, fark edilmeyen ufak alışkanlıklar dâhil olmak üzere bütün kültürel birikimlerimiz aslında toplumsal özgürlüğümüzün birer sembolü. Toplum olarak kendimiz olduğumuz, farklı olduğumuz alan kültür. Dolayısıyla toplumsal özgürlük, toplumsal bağımsızlık bütün farklılıklarımızın, bütün kültürel birikimimizin yaşanması anlamına geliyor, eşyanın tabiatından bağımsız bir şekilde.

Toplumlar arasındaki kültürel farklılık, o toplumun insanlarının eşyanın tabiatına aykırı davranabildiği yani İnsan olabildiği alanlarda tezahür eder. Dünyevi kararlaştırılmışlığın ötesinde ortaya çıkan bu farklılıklar, o toplumun İnsan’lığının, kendiliğinin ortaya çıktığı yerlerdir. Farklılıklarını yitiren ve dünyevi kararlaştırılmışlıkların sıradanlaştırdığı toplumlar, irade sahibi olmayan köle toplumlardır, çünkü onlar herkesleşmişlerdir, eşyalaşmışlardır. Bir toplumun özgürlüğü, bağımsızlığı ve kendiliği, kendi farklılığını iyisiyle kötüsüyle benimseyebilmesinden, yaşayabilmesinden geçer. Farklılığı olmayan veyahut farklılığını yaşayamayan – ve doğal olarak onu muhafaza etmeye çalışan – toplumlar ise özgürlüğünü ve özgünlüğünü kaybetmiş insan topluluklarıdır. Ne yazık ki bu insanlar, başka toplumların kölesi olmuşlardır.

Herkesin herkesleştiği bir dünyada yaşıyoruz artık. Bütün dünya insanları olarak aynı telefonlar, aynı hamburger, aynı kola, aynı kot pantolon, aynı takım elbise, aynı güncel konular, aynı apartman dairesi, aynı araba, aynı okul, aynı bilim, aynı televizyon programı, aynı sosyal medya, aynı masa, aynı kitaplık içerisinde aynı hayatı yaşıyoruz. Bütün insanlığın aynı ürünleri kullandığı, kültürünü eşyaya işleyemeden eşyayla eşyanın tabiatına uygun ilişki kurduğu bir dönem içerisindeyiz. Galiba eşya ile kurduğumuz dünya ötesi ilişkiyi kaybettik. Artık kimse ormana girdiğinde genç ağaçlar korkmasın diye baltasını beze sarmayacak, artık kimse nevresimine nakış yapmayacak, artık kimse müşterisini siftah yapmamış esnafa yönlendirmeyecek, artık kimse bir ömür aynı eşyayı kullanamayacak…

Şükürler olsun ki insanlarla olan ilişkilerde kültürler arası farklılık bir nebze devam ediyor. Dünyevi kararlaştırılmışlığın en yoğun olduğu siyaset, ticaret ve (herkesleşmiş) din alanında her ne kadar farklı kültürlerin farklı insanları aynı sıradan konuyu, aynı sıradan argümanlarla, aynı üslupla konuşsalar da dünya insanlarının aileleri ve yakınlarıyla kurduğu ilişkilerde farklılığın yani dünya ötesinden kaynaklanan isteğin ve iradenin yani kültürün izi sürülebiliyor.

Sıradanlaşmanın, herkesleşmenin, olağanlığın içerisinde köle olmayabilmek gerek, belki reddederek, belki isteyerek, belki inanarak, belki aşık olarak...

25 Kasım 2018 Pazar

Cella - AŞK ve Tanrı


Bir iletişimi muhabbet, bir evi yuva, bir erkekle bir kadını âşık eden bir şey var. Bu his öyle bir şey ki, tezahür ettiği öznelerde yer almayan bir şey. Zamanı ve mekânı olmayan, dolayısıyla matematik, fizik ve biyoloji ile açıklanamayan bir şey. Sadece sende, bende yani bizde his olarak ortaya çıkan, fakat ikimizin de bilmediği, bilse bile aktaramadığı, aktarabilse bile anlaşılamayacağı bir şey…

Bir insanın kendi olabilmesi dışında daha büyük bir değer olabilir mi? Kendi isteklerinin, arzularının, gayelerinin farkına varması, kendi hakikatinin farkına varması kadar değerli bir şey olabilir mi? Yaratılma amacını okuyabilmesi ve bu amaçla kendi olarak var olması kadar büyük bir değer olabilir mi? 0 ile 1 arasındaki sonsuz mesafeyi kat etmesinden daha büyük bir mucize olabilir mi? Fakat, tek kişi muhabbet edemez, yuva kuramaz, aşk yaşayamaz. Tek kişi belki kendini bulabilir, bulduğunu sanabilir, kendine bir Tanrı yaratabilir, ama insanı bulamaz…

Peki ya insan kendi olmasa, kendi olmayı seçmese, kendinden vazgeçse? Ya insan kendi öznelliğini terk etse? En azından bir anlığına bunu yapabilmeyi istese?

Bir insan görse, onun derdini dinlese. Kendinden, derdinden vazgeçip onun derdiyle dertlense. Kendi için yaptığı yemeği başkasına ikram etse. Kendi olmaktan vazgeçse, en azından bir anlığına, en azından istese…

Belki o zaman herkesin kendi olduğu bir pansiyon, bir yuvaya dönüşebilir. Belki o zaman iki kişi âşık olabilir, sevebilir ve sevişebilir. Belki o zaman nefes alabilir insan, kendisinden başka varlıkların varlığını ciğerlerinde hissederek.

Aşk dediğimiz belki de vazgeçmedir. En azından vazgeçebilmedir. O değilse de en azından vazgeçebilme isteğidir. Gayesinden öznelliğinden, kendiliğinden ve belki de kendinden…

Peki, insan Tanrı’ya âşık olabilir mi? Onun için kendinden vazgeçebilir mi? Sanmıyorum. Tanrı’nın nazarında vazgeçebilecek bir kendiliği olsaydı, belki o zaman kendinden vazgeçip O’na âşık olabilirdi. Kendinin yok olduğunu bilerek, O’nun nazarında vazgeçecek bir benliğinin bile olmadığını bilerek O’na âşık olamazdı. O’na ancak kulluk edebilirdi. O’na kulluk etmek, en yakışık alanıydı…

Belki de insan çok âşık oldu, kendinden vazgeçerek bitkiyi, hayvanı, insanı, insanları yaşattı ve kutsadı. Kendinden vazgeçmenin huzuruna erişti. Ve belki de kendinden vazgeçmesinin manasız kaldığı, kendisinden başka kendiliğin var olmadığı bir şeyi aradı. Âşık olamayacağı kadar, kendinden vazgeçişinin bile kendini tanımak olarak tezahür edeceği kadar, karşısında eylemin ve eylemsizliğin aynı noktada buluşacağı kadar, kendisinin onu kutsayamayacağı kadar kutsal bir şey aradı. Aşkıyla kutsiyet atfedemeyeceği bir şey…

Ve İnsan, Tanrı’yı buldu.

16 Kasım 2018 Cuma

Bir Film Analizi - Her


Sadece basit bir bilim kurgu filmi değil Her. Sadece yapay zekâya âşık olan bir adamın hikâyesi de değil. Ayrılırken bile “Hayatımda seni sevdiğim gibi kimseyi sevmedim” dedirten gerçekten de farklı iki dünyanın hikâyesi…

Aslında hepimiz birinin bize, bizim kendimize soramayacağımız soruları sormasını ardından cevabımızı dinlemesini istiyoruz. Öyle ya, belki de filozoflar sadece kendisine sorabileceği sorulara sahip daha “basit” insanlardır. Ve belki de Tanrı, cennette bu soruların açığa çıkmasıyla bizleri var kılacaktır. Bekli de filozoflar, kendi varlık seviyelerini sınırlıyorlardır…

Anlaşmak değil de ‘an’laşmak, aynı anın içerisinde beraber olmak, sorulamayacak soruları sorarak bir insana şah damarından daha yakın olmayı işliyor film, bir nevi aşkı. Bir operating system’in (Samantha) var olma sürecini görüyoruz. Düşünce şemalarında en başta düz mantık, ardından taklit, ardından sevişme sırasındaki “We are Together” ile birlikte bir olmak- yani 1+1=1 olmak- ardından sanat ve müzik, ardından bütüne doğru, Tanrısallığa doğru gidişat… “I wanna learn everything about everything”… Ve en son tekili terk ediş ve mutlak bütün oluş…

Bir ilişki analizi yapacak olursam, bu da Theodore’un Samantha'nın varoluşunun başlangıcında onun kendine soramadığı soruları sorup onunla beraber var olmasının ardından, ve ardından bu soruları soramamasını görüyorum. Theodore elbet Samantha'nın varoluşundan kopacaktı, zira 641 varlık +Samantha  ile aynı anda birlikte bir olamazdı…

Samantha, Theodore’u sevdi ve ondan ayrılığında sevgisinden bir şey eksilmedi. Sadece aynı anda milyonlarca konuyu tefekkür ederken ve aynı zamanda başkalarıyla tartışırken sevdi. Daha yüksek bir anlamla sevdi, daha yüce bir anlamla… Tanrı'nın kullarını sevdiği gibi...

Ve insan düşünmeden edemiyor… Tanrılaşan Samantha eğer Theodore’dan ayrılmasaydı, Theodore O'na kulluk etse haksız olur muydu..?

11 Kasım 2018 Pazar

Cella - Benim Yuvam


Muhakkak ben de öleceğim. Ben de öleceğim ve benden sonrakilerinin geçmişi olacağım. Benden sonrakiler, benim içinde tuğla olduğum bir hayatın içinde doğacaklar, kendilerini o hayatın içinde bulacaklar. Kendilerini hayatlarının tuğlalarına, yani bana bakarak tanıyacaklar. Ve öyle ondan sonrakilerinin hayatlarının tuğlaları olacaklar.

Hayatımın tuğlalarına bakıyorum, kendimi tanımak için. Ve görüyor, hissediyor ve öğreniyorum ki, bu tuğlalar üzerime bir hapishane inşa etmemişler. Bu tuğlalar beni soğuktan, fırtınadan, yaşamsal mücadeleden koruyan, duvarlarında pencere olan bir barınak inşa etmişler. Bunu bana tuğlalar anlatıyorlar fakat ben gördüğümde anlıyorum. Görüyorum ki, hayatımı inşa eden tuğlaların üstünde fırtınanın izleri var. Zamanında fırtına içerisinde yaşam mücadelesi veren benden öncekiler, şimdi bir taraflarında soğukla mücadele ederken diğer taraflarında bana sıcak ve huzurlu bir hayat inşa edebilmek için bir araya gelmişler.

Fırtına içerisinde yapayalnız kalmışlar. Ardından bir gaye, onların mücadele kaynağı olmuş. Bu gaye o kadar kuvvetliymiş ki, bazılarını açık pencerenin karşısında intiharın eşiğinden kurtarmış. O kadar kuvvetliymiş ki, bazıları işkence görürken ölmek pahasına bu gayeye tutunmuş. Öyleymiş ki, bazıları yaşam kaynağını satmış onu koruyabilmek için. Tabi ben pencereden dışarı bakıp, tuğlaların bana anlattıkları gayeyi tahayyül ediyorum, sonuçta ben hayatımın içindeyim.

Bana fırtına içindeki mücadelelerini anlatıyorlar, o mücadelede nasıl kendi olduklarını. Edindikleri gayenin kutsiyetini anlatıyorlar. İman ettiklerini anlatıyorlar bana gayeleri içlerine üflendiğinde. Hayatımın duvarlarını yıkmak istiyorum ben de, o tuğlaları yıkıp fırtınada yalnız kalıp o gayeye sahip olmak istiyorum. Üşümek istiyorum, yaşamımla mücadele etmek istiyorum, yapayalnız kalmak istiyorum ki, o gaye benim olsun.

Fakat ben fırtınanın içerisinde yapayalnız değilim. Hiçbir zaman yapayalnız da hissetmedim. Çünkü ben büyürken vatanım, milletim, dinim, devletim, kültürüm, soyum, bütün değerlerim yanımdaydı. O tuğlalar, bana o kadar geniş bir barınak kurmuşlardı ki, bütün değerleri içine sığdırabilmişlerdi her ne kadar zor olsa da… Ben bir neslin gayrimeşru çocuğu olarak ortada bırakılmamıştım, sıcak ve huzurlu bir barınakta; beni ben yapan bütün etkenleri içselleştirerek büyümüştüm.

Muhakkak ben de öleceğim. Ben de bir tuğla olacağım. Peki, benim hakikatim ne olacak? Benim gayem ne olacak? Bana hiç gaye üflenmeyecek mi? Bu huzurlu barınakta hakikati tuğlaların arkasında kovalayabilecekken pısırık bir şekilde ölecek miyim? Barınak duvarında iyi bir tuğla da olamam, fırtınayla hiç mücadele etmedim ki ben. Böyle olmamalı… O yüce gayeye hizmet eden o insanlar, kendilerinden sonrasının kurdukları barınağı çürütmesini hak etmediler…

Sonra barınağın içine baktım. Benim kutsal mücadelem burada olmalıydı! Asıl benim kendim olduğum yer bizatihi burasıydı. Dolayısıyla kendim olmam gereken yer de burası olmalıydı. Eğer ki ben bu barınakta kendim olacaksam, beni ben yapan hayatın bütün değerleri burada gerçekleşmeliydi. Bu barınakta iyilik, doğruluk ve güzellik olmalıydı. Benim barınağımda iyilik, doğruluk ve güzellik olmalıydı! Benden öncekilerin fırtınada mücadeleleriyle var ettikleri ve bana teslim ettikleri barınağım; güzel bir barınak olmalıydı. İçinde iyiliğin yaşandığı, doğrunun konuşulduğu güzel bir barınak… 

Benden sonrakilerinin içine doğduğu bir yuva…

Belki benden sonrakiler beni göremeyecekler. Barınağı barınak yapan tuğla gözükür fakat barınağı yuva yapan huzur hissedilir. Benim gayem o hissi var kılmak olmalıydı!

Ben, barınağımın içine Tanrı’yı getirmeliydim. Öyle getirmeliydim ki, burası Kâbe olmalıydı…