Hepimiz bir
hayatın içine doğduk. Daha kendimiz olamadan hayatlarımızın bizim için verdiği
kararlara uyduk ve hala uyuyoruz, kendimiz olabilsek dahi. Okullar okuyoruz,
arkadaşlar ediniyoruz, meslekler ediniyoruz. Okuduğumuz okullar ya evimize en
yakın okullar ya da bizim için en faydalı olduğu düşünülmüş okullar,
arkadaşlıklarımız ise sadece aynı zamanda aynı mekânda olmanın getirdiği
münasebetin sonucu, sahip olduğumuz meslekler ise bize en rahat idame
ettirebileceğimiz hayatı sunan meslekler…
Doğal olarak
soruyoruz kendimize, “Bu hayat benim hayatım mı?” diye. Hayatımızda verilmiş
kararların kaçını kendimizin verdiğini düşünüyoruz. Kararları biraz da kendimiz
vermek istiyoruz, en azından kararda birazcık payımızın olmasını…
Fakat toplum çok
büyük ve çok mühim bir organizma. Ürünlerin üretilmesi, çocukların eğitilmesi,
binaların inşa edilmesi, insanların ulaştırılması, sanatın yapılması,
şarkıların söylenmesi, yemeklerin yapılması ve birçok şeyin halledilmesi
gerekmekte. Böyle büyük bir organizmanın varlığı, insanlara hizmet ettiği gibi
onları determine de ediyor. Dolayısıyla bir tanecik insancığın vereceği bir
karar, bütün bir toplumun işleyişi bakımından ona bırakılamayacak kadar mühim.
Ne yazık ki, insan,
onurlu bir şekilde özgürce karar verebilmek için toplum ile bütün alışverişini
kestiğinde, bu sefer de kendisini doğanın kucağında buluyor. Bu sefer de
odunların toplanması, hayvanın avlanması, yemeğin pişirilmesi, mağaranın bulunması
gerekiyor. Bu sefer de insanın kararları doğa tarafından determine ediliyor.
Zira sonuçta ısınabilmek için en kuru odunlar toplanılıyor, doyabilmek için en
kolay avlanılan hayvan avlanılıyor, barınmak için en uygun mağarada
barınılıyor. Okul, arkadaşlar ve meslek gibi toplumsal kararlaştırılmışlıklar
bu sefer de doğa tarafından kararlaştırılmış odun, hayvan ve barınak olarak
tezahür ediyor.
Dolayısıyla dünyevi
sebepler üzerine inşa edilen organizmalar, içinde bulundurduğu özneleri
determine ediyor. Dünyadan çıkan ve onun üzerine kurulan her düşünce, her
duygu, her yapı, her sistem, her organizma bir başkasını determine etmek
üzerinden var oluyor. Birlikte yaşamak, ticaret, siyaset, doğa gibi dünya üzerine
inşa edilen organizmalar öznelerin birbirlerini organik olarak determine etmesi
üzerine oluşuyorlar. Bu organizmaların devamlılığı, öznelerin birbirleriyle
organik kararlaştırılmışlıklar üzerinden etkileşim kurmasıyla mümkün olabiliyor.
Dolayısıyla organizmanın
devamına yönelik davranmak - eşyanın tabiatına uygun davranmak - insanı belirli
kararlaştırılmışlıkların içine hapsediyor. Zira eşyalar, eşyanın tabiatına
uygun davranırlar ve eşyalar karar veremezler. Doğal olarak eşyaya tâbi olanlar
da karar veremezler.
O yüzden insanı
eşyadan ayıran şey, eşyaya tâbi olmayabilmesi olmalıdır. Bütün yaşamsal
ögelerden kendini soyutlayıp, eşyanın tabiatı dışında hareket edebilmesi
olmalıdır. Ancak ve ancak eşyanın tabiatından çıkabildiğinde insan, belirli kararlaştırılmışlıkların
dışında kendi olabilir. Ve ancak o zaman, insan isteyebilir. Eşyanın tabiatına
uymayabildiğinde insan, bütün özgürlüğüyle, bütün iradesiyle, bütün
kendiliğiyle isteyebilir.
Yani bir
toplumdaki insan ancak evine en yakın veya kendisine en faydalı olan okula
gitmeyebildiğinde, sadece ve sadece aynı zamanı ve mekânı paylaştığı insanlarla
arkadaş olmayabildiğinde, hayatını en rahat idame ettiren mesleği
seçmeyebildiğinde ancak isteyebilir. Ancak o zaman onun için kararlaştırılmış
şeyleri yapıp yapmamayı isteyebilir, yapmayı istediğinde de kendi istediği biçimde
yapmayı isteyebilir. Dolayısıyla isteyebilen bir toplum insanı, kendi istediği
okulu okuyan, kendi istediği insanlarla münasebet kuran, kendi istediği meslek
ile toplum organizmasına hizmet edip geçimini sağlayan bir insandır.
İsteyebilen insan, kararlaştırılmışlıkların ötesinde karar verebilen bir insandır.
Dolayısıyla
isteyebilen insanda tezahür eden iyiliğin ve kötülüğün, doğruluğun ve
yanlışlığın, güzelliğin ve çirkinliğin müsebbibi sadece kendisidir. İsteyemeyen
bir insanda tezahür eden ilkeler veya ilkesizlikler, o insanın iradesinden
bağımsız bir şekilde tezahür eder, çünkü ilkeler veya ilkesizliklerin ortaya
çıkışı büyük bir organizma tarafından kararlaştırılmıştır ve isteyemeyen bir
insanın kararlaştırılmışlıklara karşı bir iradesi yoktur. İsteyebilen insan
iyi, doğru, güzel veya kötü, yanlış, çirkin olabilir. Bundan hareketle
sorumluluk, sadece ve sadece isteyebilen insanda aranabilir.
Tarih boyunca
irade sahibi olamamış insanlar köle olarak nitelendirilmişler. Köleler başka
insanlar tarafından kararlaştırılmış işleri yapar, başka insanlar tarafından
kararlaştırılmış yemeği yer ve başka insanlar tarafından kararlaştırılmış yerde
uyurlar. Köleler, yapıları gereği isteyemezler. Dolayısıyla “isteyemeyen insan”
kavramı tarih süresince köle olarak vücut bulmuştur. Köle sınıfının olmadığı
günümüz toplumsal yapısında, toplumsal yapıdan bağımsız bir kendilik
idraksizliği olan “isteyemeyen insan” kavramı da “varoluşsal köle” olarak,
iç dünyamızda ortaya çıkmaktadır. “isteyebilen İnsan” kavramı için de sadece
“İnsan” demek yeterli olmalı, zira İnsan irade sahibi tek canlıdır.
Dolayısıyla,
dünyevi sebepler üzerine inşa edilen hayatın içine doğan insan, bütün
kararlaştırılmışlıkların ötesinde, eşyanın tabiatına aykırı davranabilerek
İnsan olur. Dolayısıyla İnsan’lar isteyebilirler, irade gösterebilirler, çünkü
kararlaştırılmışlıklar ötesinde bir kendilik idrakleri vardır. Bunun yanında
kararlaştırılmışlıkların ötesine geçemeyen, dünyevi sebepler üzerine inşa
edilen organizmada diğer öznelerle kararlaştırılmışlıklar üzerinden etkileşim
gösteren insan, varoluşsal köledir, çünkü onun için verilen kararları
isteyebilme veya isteyememe gibi bir durum yoktur, zira o kararların karşısında
onun bir kendilik idraki yoktur, hatta kendisinin kendilik idrakinin varlığından
haberi yoktur.
Tarihin bütün
sürecinde kararlaştırılmışlıklar oldu. Bütün insanlık sürecinde insanlar doğa
tarafından, toplum tarafından, din tarafından ve daha birçok taraftan belirli
kararlaştırılmışlıklarla yüzleşti. Kararlaştırılmışlıkların çehresi değişse de,
her zaman varoluşsal köleler ve İnsan’lar var oldu. Biz ise, bütün bir tarihe
bakarak sadece ve sadece İnsan’ları seçebiliyoruz, zira bütün varoluşsal köleler
kayboluyor tarihte. İnsan, bütün bir insanlık tarihinde bile parıldayabilecek
bir ışık saçıyor, bütün hür iradesiyle. İnsan olmak, diğer bütün insanlardan
farkı oluyor o İnsan’ların.
Eşyaya tâbi olmak
olağan olandır. Olağan dışı olan, farklı olan ise eşyanın tabiatına uymayabilmekten
kaynaklanır. Dolayısıyla olağan dışılık ve farklılık ancak ve ancak İnsanlıkla
mümkün olabilir. Unutmamak gerekir ki, tarih farklı olanları unutmamıştır, iyileri
de kötüleri de. Zalim hükümdarlar da adil hükümdarlar da olağan dışıdırlar ve
tarih sayfalarında parlarlar. Buna karşın, hükümdar olmasına rağmen varoluşsal
köle kalmış nice insanlar bütün olağanlıklarıyla unutulmuşlardır. Dolayısıyla
İnsan olmak, farklı olmayı beraberinde getirir. Farklı olmak da doğal olarak
İnsan olmayı beraberinde getiriyor.
Dünya
üzerinde dünyevi sebeplerden kaynaklanmayan düşünceler, duygular, hareketler ve
davranışlar dünyevi sebeplerden kaynaklanan, eşyanın tabiatının sonucu organik
kararlaştırılmışlığın ürünü olan düşüncelerden, duygulardan, hareketlerden ve
davranışlardan farklılık gösterirler. Aynı zamanda Dünya üzerinde, dünyevi
sebeplerden kaynaklanan organik kararlaştırılmışlığın ürünü olan düşüncelerden,
duygulardan, hareketlerden ve davranışlardan farklı olan ne varsa bir İnsan
ürünü olmalıdır, zira kararlaştırılmışlık dışıdır yani olağan dışıdır.
Farklılık İnsan’dan kaynaklanır.
Bu farklılığı
toplumlar nezdinde ele alırsak, toplumlardaki farklılığı da İnsan olmakla
açıklayabiliriz. Zira eşya tabiatına uygun bütün davranışları her toplumdan
insan yapıyor. Her insan yemek yiyor, giyiniyor, uyuyor. Fakat farklı toplumun
insanları farklı yemeği farklı şekilde yerken, farkı giysiler giyiniyor ve
farklı yatak örtülerinin üzerinde uyuyor. Farklı toplumun insanları farklı
inanıyor, farklı şarkı söylüyor, farklı konuşuyor, farklı davranıyor, sevgisini
farklı ifade ediyor. Ardından bütün bu farklar bir “Kültür” kavramında
toplanıyor. O toplumun İnsan’larının o topluma mâl olmuş birikimlerinin adı
oluyor kültür. O toplumu diğer toplumlardan farklılaştıran, İnsanlaştıran yani
toplum halinde eşyanın tabiatına aykırı davranabilme alışkanlığı getiren
birikimler…
Dolayısıyla, bir
toplumun bir başka toplumun kölesi olması da bu farklılıklarını yitirmesi
olarak anlaşılabilir. Kendi toplumunun İnsan’larının birikimleriyle toplumsal
olarak edinilmiş farklılıkları terk etmek, olağanlaşmak, sıradanlaşmak,
herkesleşmek…
Bir gıdayı farklı
pişirmek, bir sözü farklı söylemek, fark edilmeyen ufak alışkanlıklar dâhil
olmak üzere bütün kültürel birikimlerimiz aslında toplumsal özgürlüğümüzün
birer sembolü. Toplum olarak kendimiz olduğumuz, farklı olduğumuz alan kültür.
Dolayısıyla toplumsal özgürlük, toplumsal bağımsızlık bütün farklılıklarımızın,
bütün kültürel birikimimizin yaşanması anlamına geliyor, eşyanın tabiatından
bağımsız bir şekilde.
Toplumlar
arasındaki kültürel farklılık, o toplumun insanlarının eşyanın tabiatına aykırı
davranabildiği yani İnsan olabildiği alanlarda tezahür eder. Dünyevi
kararlaştırılmışlığın ötesinde ortaya çıkan bu farklılıklar, o toplumun
İnsan’lığının, kendiliğinin ortaya çıktığı yerlerdir. Farklılıklarını yitiren ve
dünyevi kararlaştırılmışlıkların sıradanlaştırdığı toplumlar, irade sahibi
olmayan köle toplumlardır, çünkü onlar herkesleşmişlerdir, eşyalaşmışlardır. Bir
toplumun özgürlüğü, bağımsızlığı ve kendiliği, kendi farklılığını iyisiyle
kötüsüyle benimseyebilmesinden, yaşayabilmesinden geçer. Farklılığı olmayan
veyahut farklılığını yaşayamayan – ve doğal olarak onu muhafaza etmeye çalışan
– toplumlar ise özgürlüğünü ve özgünlüğünü kaybetmiş insan topluluklarıdır. Ne
yazık ki bu insanlar, başka toplumların kölesi olmuşlardır.
Herkesin
herkesleştiği bir dünyada yaşıyoruz artık. Bütün dünya insanları olarak aynı
telefonlar, aynı hamburger, aynı kola, aynı kot pantolon, aynı takım elbise,
aynı güncel konular, aynı apartman dairesi, aynı araba, aynı okul, aynı bilim,
aynı televizyon programı, aynı sosyal medya, aynı masa, aynı kitaplık
içerisinde aynı hayatı yaşıyoruz. Bütün insanlığın aynı ürünleri kullandığı,
kültürünü eşyaya işleyemeden eşyayla eşyanın tabiatına uygun ilişki kurduğu bir
dönem içerisindeyiz. Galiba eşya ile kurduğumuz dünya ötesi ilişkiyi kaybettik.
Artık kimse ormana girdiğinde genç ağaçlar korkmasın diye baltasını beze
sarmayacak, artık kimse nevresimine nakış yapmayacak, artık kimse müşterisini
siftah yapmamış esnafa yönlendirmeyecek, artık kimse bir ömür aynı eşyayı
kullanamayacak…
Şükürler olsun
ki insanlarla olan ilişkilerde kültürler arası farklılık bir nebze devam
ediyor. Dünyevi kararlaştırılmışlığın en yoğun olduğu siyaset, ticaret ve
(herkesleşmiş) din alanında her ne kadar farklı kültürlerin farklı insanları
aynı sıradan konuyu, aynı sıradan argümanlarla, aynı üslupla konuşsalar da dünya insanlarının aileleri ve yakınlarıyla kurduğu ilişkilerde
farklılığın yani dünya ötesinden kaynaklanan isteğin ve iradenin yani kültürün
izi sürülebiliyor.
Sıradanlaşmanın, herkesleşmenin, olağanlığın içerisinde köle olmayabilmek gerek, belki reddederek, belki isteyerek, belki inanarak, belki aşık olarak...