4 Haziran 2015 Perşembe

Analiz | Chappie


Neill Blomkamp’ın yönetmenliğini ve senaristliğini yaptığı Chappie filmi, şehir güvenliğini sağlamak amacıyla üretilmiş olan Gözcü 22’nin (Scout 22)  bilinç kazandıktan sonraki maceralarını izleyicilere sunuyor.  Chappie filmini sıradan bir Science- Fiction filminden ayıran unsur ise aksiyon ve komedinin yanında basit ve anlaşılabilir bir sanatsal bakış açısı ile ruh, sonsuzluk, insan – Tanrı ilişkisi gibi felsefi konuları ele alması. Bunun sonucunda ise ortaya hem düşünsel hem de bitmesinin istenmeyeceği kadar eğlenceli bir film ortaya çıkıyor.




Film; her ne kadar başta sıradan bir Science-Fiction filmi gibi bir izlenim verse de, Deon’un bilinci bir yazılım formatında elde edebilmesi ile bir dönüm noktasına kavuşuyor. Burada ise kabul edilen bir durum var ki o da bilincin insan ruhundan çıkarılıp bir yazılım formatına geçirilebilir olduğudur. Dikkat çeken başka husus ise Deon’un bilinci “elde ettikten” sonra bilinci içeren hard diski alıp götürmesidir. Elbette bilinç bir RAR dosyasından daha yüce bir şeydir. Fakat burada göz önüne getirilen ise bilincin bir RAR dosyası işlevini görmesi durumu. Bu durum elbette bilinci, yapay zekânın bir üst modeli haline getirirken; bizim de bilinci sorgulamamıza olanak sağlıyor.



Ardından, Deon Gözcü 22’ye elde ettiği bilinci yüklüyor. Bu sefer ise dikkati çeken şey ise bilincin Gözcü 22 üzerindeki ilk etkisinin korku olması. Bilinçli bir robot, bilgisiz bir şekilde uyandığında çevresinden korkuyor ve güvenli bir alana çekiliyor. Yani bilgisizlik duygu olarak bilinçte korkuyu oluşturuyor. Ardından ise eşyalara ve kişilere isim vererek Chappie, yeni ismiyle birlikte korkuyu yenip çevresiyle aktif iletişime geçiyor. Burada ise Chappie’nin çelişkili bir durumu göze çarpıyor: Bilgileştirmediği olgular, bilgileştikten sonra güvenli oluyorlar. Hâlbuki olguların bilgileşmeleri, onların vaziyetini değiştirmezken artık bilgileşme sonucunda Chappie’de korku oluşturmuyordu. Kısacası bilgileşme Chappie’de ilk olarak korkuyu yok etti.


Bilgileşmenin ardından ise Deon, Chappie’ye uyuşturucu, soygun ve suç konusunda söz verdiriyor. Chappie’nin bir değeri oluyor ve bu değerini, Chappie yaratıcısından öğreniyor.  Yaratıcısı ona bir değer öğretmeden önce Chappie’nin bir değeri yoktu. Yaratıcısından öğrendiği değer ile Chappie ise hayatını bu değer üzerine kurmaya başlar ki; Ninja’ya soyguna gitmeyeceğini, suç işlemeyeceğini, yaratıcısına söz verdiğini söyler ve Ninja’ya isyan eder.  

Sahip olduğu değer üzerinden Ninja’ya isyan eden Chappie değerinden vazgeçmemektedir ta ki Ninja onu kandırana kadar. Ninja için ise Chappie’yi kandırmak için bir yol vardır: Sonsuzluk. Hayatının sonlu olacağı üzerinden Chappie’de korku üreten Ninja, artık Chappie’yi soygun yapmaya, yaratıcısına verdiği sözü çiğnemeye, değerinden vazgeçmeye ikna etmiştir. Ninja; Chappie’ye yeni bir beden bulup onu sonsuza dek yaşatabileceğini, bunun için soygun yapması gerektiğini söyler.


Artık Ninja sayesinde değerini terk eden Chappie, yaratıcısı ile karşılaşmalarında yaratıcısına isyan etmeye başlar. Sonuç olarak da sonsuzluk uğruna yeni bir bedene ulaşma arzusu Chappie’yi yaratıcısından nefret etme ve Ninja’yı sevme durumuna getirmiş olur.


 

Chappie’nin Ninja ile olan arzu temelli ilişkisi ise Chappie’nin Ninja’nın ona verdiği sonsuzluk umudunun yalan olduğunu öğrenmesi ile sona erer. Böylelikle artık Chappie, Ninja’ya da isyan eder.


Filmin sonlarında ise artık Chappie, yaratıcısına özür dileme çabasındadır. Bedensel olarak sonsuz olma arzusunu terk etmiştir. Özrünü ise, ellerinde olan tek robot bedenini yaratıcısı için feda etmesi şeklinde sunmuştur. Chappie, kendinden vazgeçerek özrünü yaratıcısına sunmuştur. Yaratıcısına sunduğu özür sonrası ise Chappie, yeni bedenine kavuşur. 

Sonuç olarak söylemek gerekir ki; Chappie filminde robot bedenin ruh bulması ile başlayan serüvende Yaratılış Kıssası’ndan birçok iz görmek mümkündür. Öyle ki; Ninja Chappie’yi sonsuzluğa yönlendirip isyana yöneltirken şeytanın, Chappie yaratıcısına ve şeytana isyanı ile Âdem’in bir yansıması olarak ele alınabilir. Filmin başındaki Gözcüler ile Chappie arasındaki fark ise rahat bir şekilde seçilebilmekte ve böylelikle ruhun bedene kattıkları anlaşılabilmektedir.

15 Mayıs 2015 Cuma

Kur'an'ı Anlamanın Anlamının Anlamı

    Hz. Peygamberin ölümünden yaklaşık 14 asır sonra Dünya’ya gelen bizler için Kur’an ile olması gereken ilişkimiz çok değerli fakat bir o kadar da muamma. Bu hususta imanın şartlarından biri olan Kur’an’a imanımız için geçirdiğimiz içsel yolculuğa ‘anlamak’ dersek, çok kritik bir soru ile karşı karşıya kalıyoruz: Kur’an nasıl anlaşılmalı?
Kur’an’ın metodolojik olarak anlaşılabilmesi için öncelikle Kur’an’ı anlamanın anlamına muvaffak olunması gerekmektedir. Bundan dolayı Kur’an’ın metodolojik anlaşılması için usül/ilim bilinmesi, öğrenilmesi şarttır.  


   Dücane Cündioğlu’nun “Kur’an’ı Anlamanın Anlamı” kitabında belirtilen usüllerin/ilimlerin sayısı 10’u geçiyor. Buradan da anlaşılabileceği üzere Kur’an, yüksek ilmi birikime sahip bir âlim tarafından anlamlandırılması gerekiyor. Öyle ki âlim zamane Arap toplumu bakımından sosyoloji, ayetlerde olası yan veya mecaz anlam bakımından Arap Edebiyatı gibi nice ilimlerde uzman olmalı ki Kur’an’ı metodolojik olarak anlayabilsin. Aynı zamanda âlim günümüz ekonomisi, hukuku, edebiyatı gibi nice konularda da birikimli olmalıdır ki âlimin anladığı, uygulamaya/çözüme dönüşerek anlam bulabilsin.


   Peki; belirli bir âlimin olmadığı, herkesin kendince bilirkişi olduğu bu dönemde Kur’an nasıl anlaşılmalı?


   Kur’an’ın anlamının, ilim bilmeden yani âlimsiz doğru bir şekilde metodolojik olarak kavranılamayacağını belirttik. Bundan dolayı günümüz Kur’an anlamını arıyorsak eğer, öncelikle günümüz âlim anlamına muvaffak olmamız gerekmektedir. Kısacası Kur’an anlamı; âlimden bağımsız olamayacağından, doğru bir âlim çıkarmak Kur’an’ı en doğru şekilde anlamak için en güvenilir çözüm olacaktır.


   Bu dönemdeki âlimin anlamı ise elbette tarihten bağımsız olmayacaktır hatta âlimin anlamı için tek kaynağımız tarihtir.  Tarihe bakılacak olursa âlimlerine göre 3 dönem vardır.


        1) Hz. Peygamber Dönemi


   Hz. Peygamber döneminde Kur’an’ın anlamı, vahiy ile onaylanmış Peygamberimiz tarafından bizzat yaşanıyordu. O zamanlar Peygamber efendimizin sözleri, davranışları başlı başına hak olduğundan dolayı, toplumsal veya bireysel açıdan hakikati bulmak Peygamber efendimize bakmak ile eşdeğer idi. Bundan dolayı Peygamber efendimiz döneminin âlimleri sahabeler idi.

   Bu dönemde “Kur’an nasıl anlaşılmalı?” diye bir sorun yoktu zira vahiy onlara hitap ediyordu, Peygamber tarafından yaşanıyordu.

       2) İlmi Dönem


   Hicri 2.yy’da ise sahabelerin, sahabe çocuklarının ve torunlarının ölümleri ile birlikte sorunlar ortaya çıkmaya başladı. Aynı zamanda vahiy bağlamından koptuğu için vahiy bağlamına göre anlaşılmakta zorluk çekiliyordu. İlim ise “Kur’an nasıl anlaşılmalı?” sorusu ile doğdu çünkü insanlar hadisleri ve ayetleri nasıl anlamaları gerektiği konusunda sıkıntı yaşıyorlardı. Bununla beraber Hadis usulü, Tefsir usulü, Kelam gibi ilimler ortaya çıktı. Artık vahye muhatap olmamış âlimler, ilim öğrenerek vahiyle anlam üzerinden metodolojik bir ilişki kuruyorlardı.


   Ne var ki bu ilimler, herkes tarafından öğrenilecek, bilinecek ilimler değildi. Böylelikle Kur’an’ın anlamı konusunda halk, âlime tabii olurken onların Kur’an ile olan bağı ise Kur’an’ı yüzünden okumak idi. Peygamber efendimiz ile aynı sözleri söylemiş olmanın rahmeti üzerinden herhangi bir bilgileşme olmadan Kur’an ile ilişki kuruyorlardı. Bu ilişki hiçbir metot gerektirmediğinden oldukça sade ve içtendi. Böylelikle onların imanı, bilgi üzerinden metodolojik değil aşk üzerineydi.


   İlmi dönem, hilafetin sonuna yani Osmanlı’nın yıkılışına kadar devam etti. Bu zamana kadar ilim sahibi bir âlim; Kur’an’ı metodolojik olarak anlamlandırıyor, tefsir yazıyor bununla birlikte halk da âlimin tefsirine tabii oluyorlardı. Durum böyle olunca sosyal alanlardaki tertip, âlim tarafından belirleniyordu ve böylelikle âlim sosyal düzende bir yer ediniyordu. Osmanlı’da âlimin sosyal düzende aldığı konum bakımından örnek olarak kadılar, sosyal düzende oluşan sıkıntılarla bizzat ilgileniyor, hüküm veriyordu ve hükmü halk tarafından kabul ediliyor, uygulanıyordu.
    
       3) Meal Dönemi


   Nitekim âlimin sosyal düzende yer alması, halkın ona tabi olması sonucunu doğuruyordu. Fakat Osmanlı’da halifeliğin resmen kaldırılması ile gelen laiklik sonucunda artık âlimin sosyal düzende yeri kalmamış bulunuyor ki bu da halk tarafından tabii olunan dönemsel bir Kur’an anlamının ortaya çıkmasını engelliyor. Bununla birlikte laiklik ile birlikte Din ile Devlet işlerinin birbirinden ayrılması ise âlimin toplumsal düzendeki yerini yok ediyor. Bunun sonucunda Kur’an’ın anlamı; ilim sahibi biri tarafından ortaya çıkarılsa bile o kişi toplumsal düzeyde âlim vasfına sahip olmadığından dolayı o anlama tabii olunmuyordu. Yani alimin anlamı, anlamını bulmuyordu.


   Toplumsal düzende âlimin varlığını kaybetmesi sonucunda tarihte ikinci kez “Kur’an nasıl anlaşılmalı?” sorusu ortaya çıktı. Modernleşmeyle beraber bireysel Din algısının da etkisiyle Dinin bireysel algılanması sonucunda doğal bir çözüm olarak mantık kullanıldı, zira 20.yy.da dönemsel anlamlandırma yöntemi mantık idi. Mantıksal düşünce sonucunda herkesin Kur’an’ı kendi bildiği gibi anlayabilmesi sonucu çıktı, buna bağlı olarak Meal çalışmaları yapıldı. Tarihte bundan önce hiç meal yazılmamıştı.*  Öyle ki artık her Müslüman, meale bakıp kendi bildiği şekilde, hiçbir üst akıla sormadan, kendince Kur’an’daki anlamı kavrayabilirdi.

   Âlimin tarihteki serüvenine bakacak olursak modernleşme ile birlikte âlimin sosyal düzendeki yerini kaybetmesi Kur’an’ın anlamını bireyden bireye değişebilen, rölatif bir sonuca indirgedi. Bununla birlikte artık Din de sadece bireysel kalan, toplumdan ayrı bir yük konumuna indirgendi. Kur’an’ın anlamı elbette bir ideoloji, bir teori olmayacaktır zira toplum tarafından benimsenmedikçe Kur’an’ın anlamı, anlamını bulmayacaktır. Şüphesiz ki Kur’an’ın en doğru şekilde anlaşılabilmesi için yapılması gereken, sosyal düzende ilmi bir yere oturtmak ve böylelikle halkı âlime tabi kılmaktır. Kur’an’ın anlamı elbet böyle anlamını bulacaktır!

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Ahlakın Anlamı



   Ahlak nedir? Bazı davranışlar neden ahlaki veyahut gayri ahlakidir? Muhakkak Ahlak’ın bir anlamı olmalıdır ki bu sorulara bir cevap bulunabilsin. Daha derinden incelenmesi gerekirse anlam nedir? Neleri nasıl anlamlandırıyoruz veyahut bazı şeyleri neden anlamlandıramıyoruz?

   Anlam ikili ilişkiden doğar. Anlam ilişkisinde bir özne, Ben vardır ki anlayan öznedir. Bir de anlamlandırılan nesne, Sen vardır. Anlam Sen’in Ben’deki yansımasıdır. Bundan dolayı anlam Ben’den yani özneden bağımlı olmakla beraber öznel bir veridir. Ortak bir Sen’deki farklı anlamlar ise bu öznellikten kaynaklanmaktadır. Anlamın öznelliğinden dolayı anlam bir değildir, bir olan ise manadır. Her Sen’in kendine münhasır bir manası vardır ve mananın Ben’deki öznel yansıması anlamı oluşturur.

   Nurettin Topçu ahlakın; Ben’in kendinden taşarak Sen’i anlamlandırması, onu kapsayarak kendi içine alması sonucunda Ben ile Sen arasındaki ilişkiden ortaya çıktığını öne sürüyor. Yani ahlak, Ben ile Sen arasındaki anlam ilişkisinden doğmaktadır. Fakat bir anlam ilişkisi nasıl olmalıdır ki ondan ahlak doğmalı? Yani anlamlandırma nasıl ahlaki veyahut ahlak dışı oluyor?

 “Mukayeseler çirkindir” –Muhammed İkbal

   İkbal’in bu sözünü anlam bağlamında incelersek mukayese etmek yani kıyas yapmak; Ben’in, Sen ile kurduğu anlam ilişkisini başka bir değer üzerine inşa etmesi tanımını alıyor. Yani Ben; Sen’deki anlamı direk bir şekilde kurmuyor, üçüncü bir parametre üzerinden açılı bir ilişki kuruyor. Burada ise Sen’deki mananın Ben üzerindeki yansıması ise üçüncü bir parametre üzerinden olacağı için bu açılı anlam çirkin, ahlak dışı oluyor.

   Demek ki Ahlak, Ben ile Sen’deki dosdoğru ve direk ilişkiden ortaya çıkıyor ki bu ilişkiyi üçüncü bir parametre üzerinden kurulduğunda çirkin ve ahlak dışı oluyor. Peki, biz; ailemizi, arkadaşlarımızı ve kısaca "Sen"i ahlaklı bir şekilde anlamlandırabiliyor muyuz? Sen'i başka bir değer yargısıyla kıyaslamadan manası ile dosdoğru bir ilişki kuruyor muyuz? Sen'i dış görünüşten, paradan ve statüden uzak bir şekilde kendimize yansıtabiliyor muyuz?

   Sen'i anlamlandırma hususunda Sen ile Ben arasındaki özel ilişki dışarısındaki her karşılaştırma unsuru, Sen'e ve Sen ile Ben arasındaki ilişkiye ahlaksızlıktır. Öyle ki, bu hususta elde edilen anlam, mananın Ben'deki kişisel yansıması değil; toplum değerleri ve kişisel duyular/hazlar sonucunda kazanılmış olacaktır ki bu da onu değersiz yapacaktır. Sen'i, ahlaklı ve doğru bir şekilde anlamak ise elbette Ben ve Sen arasında kurulacak sağlam sorumluluk ilişkisinden doğacaktır. Aksi takdirde Sen'in Ben'deki anlamı, Sen temelli değil üçüncü parametreye göre olacaktır.

   İnsanın ahlaklı bir şekilde anlaması en zor Sen ise kendisidir. Öyle ki, bu zamana kadar ailesine, arkadaşlarına kısacası çevresine yansıttığı Ben'i şimdi kendi anlamak durumundadır. Burada oluşan bağ ise Ben ile ben arasındaki bağdır. Eğer ki insan bu ilişkiyi de ahlaklı bir şekilde; para ve statü gibi üçüncü parametreler olmadan, sadece kendini anlama gayreti ile anlam ilişkisini kurarsa, işte o zaman insan Benlik idrakini kavramış olur. Böylelikle insan Benlik idraki ile artık kendi manasını ahlaklı bir şekilde anlamlandırmış olur.

   Benlik idrakini tamamlamış insan ise anlamlandırmanın en yüce, en yüksek seviyesine ulaşmıştır ki artık Ben, âşık olmuştur. Ben, artık her manadaki hakikati direk bir anlamlandırma ile aşki seviyede dosdoğru bir şekilde kendine yansıtmıştır. Hakikat ile kurulan bu direk bağa aşık olan Ben, kendini aşarak başka Sen’ler bulmak ve onlarda yatan hakikat ile dosdoğru bağ kurmak ister. Ardından ise Ben, her seferinde kendisine dönerek tekrardan ve tekrardan Ben’i ile ahlaklı ilişki kurarak yeniden Benlik idrakine kavuşur. İşte Benlik idrakine kavuşmuş şahsiyette Ahlak’ın anlamı yatmaktadır. O kişi artık Ahlak’ın ta kendisi olmuştur ve onunla kurulacak direk ve ahlaklı anlam ilişkisi bize Ahlak’ın anlamını verecektir. Bu yönden bakılacak olursa Peygamber efendimizin sünneti Ahlak’ın manası, bizim Peygamber efendimizin sünnetine tabi olmamız ise Ahlak’ın bizdeki anlamına tekabül ediyor.

22 Mart 2015 Pazar

YGS'nin Ardından

   Eğitim: Çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme, terbiye*

   16-26 Şubat arasında girdiğim Abitur sınavları sonrasındaki Yüksek Öğretime Geçiş Sınavı (YGS) beni Türkiye'deki "eğitim" sistemini bununla birlikte bu eğitimin ne derece doğru ölçülüp, değerlendirildiğini sorgulamaya itti. Acaba  çocuklar ve gençler toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde ediyor mu, bunun yanında elde ettikleri bu eğitimi ne derece verimli değerlendirdikleri doğru ölçülüp, değerlendiriliyor mu?

   İnternette yapılacak 5 saniyelik arama sonucunda eğitimin değeri ile alakalı birbirinden güzel özlü sözler bulabilirsiniz*. Eğitim elbette bu sözlerin ifade ettiğinden katbekat daha önemlidir. Eğitim ile çocukların ve gençlerin zihinsel altyapıları zenginleştirilip, kişiliklerini geliştirmeleri için yapılan bütün bu uğraşlar, kurulan bu büyük sistem elbette daha iyi bir gelecek içindir.

   İstanbul Erkek Lisesi'nde tanık olduğum Alman eğitim sisteminin hangi yönleriyle Dünya'nın en iyi mühendislerini çıkardığını 5 yıl boyunca farklı farklı yönleriyle inceledim. Her ne kadar Alman eğitim sistemi en iyi, en mükemmel, en başarılı eğitim sistemi olmasa da ortada eğitim düzeyi yönüyle Türk eğitim sistemi ile arasında belirli bir farkın olduğunu da inkar etmemek gerekir.

1.  Bilgi Seviyesi

   Öğrencilere verilen eğitimin ölçülüp değerlendirilmesi için sınav şarttır. Zira öğrencilerin aynı soruya, probleme, duruma verecekleri reaksiyon o soru, problem, durum ölçüsünde öğrencilerin eğitimini ölçecektir. Bu değerlendirme; sorulan soruya, probleme, duruma bağlı olduğundan dolayı mükemmel olması beklenemez lakin etkili olması beklenebilir. Bu hususta bir eğitim sisteminin etkinliğinde sınavlarda sorulan soru tipleri önem kazanıyor.
   
   Türk eğitim sisteminde soru tiplerini inceleyecek olursak, sistemin genel seviyede bir bilgi haznesini yeterli kabul etmediğini görürüz çünkü sınavlarda spesifik bilgilerin önem kazandığı soru tipleri yoğunluktadır. Örneğin "benzemek" fiilinin "beniz"den türediğini veya İran'ın topraklarında bulunan Hürmüz Boğazı'ndan milli gelir elde edip etmediği bilgileri ile çözülebilmesi mümkün olan sorular... Buradan yola çıkarak söylenilebilir ki, Türk eğitim sisteminde öğrenciden beklenen, öğrencinin büyük ve detaylı bir bilgi hazinesine sahip olmasıdır. 

   Alman eğitim sisteminde ise genel veya özel bilginin hiçbir önemi yoktur. Bundandır ki her sınava bir formül kitabıyla girilebiliyor. Peki öğrenciler neye göre sınava tabii tutuluyor? Bilginin kullanımına ve bunun bilimsel açıklamasına göre. Örneğin öğrencinin herhangi bir fizik probleminde formül ezberlemesine gerek kalmaz. Mühim olan sorunun belirlediği şartlarda hangi formülü ne amaçla kullandığını bilmesidir ve bunu açıklamasıdır. Burada öğrenciye öğretilen ise metodolojidir. Formüle ihtiyaç duyulmayan derslerde ise verilen verilerin uygun bir lisanla analizi beklenir. Örneğin Almanca dersinde öğrenciye bir gazete köşe yazısı verilir ve öğrenciden bunun analizi beklenir. Bu hususta öğrencinin bilmesi gereken bilgi sadece metnin yazımı hususundadır ve bu bilgilerini verilen gazete yazısının analizinde uygulamalıdır.

2. Bilginin Kullanımı

    Alman eğitim sisteminde, genel seviyede bilginin kullanımı ciddi seviyede bir ölçme yapmıyor zira öğrencinin formül kitabına bakması ve uygun formülü seçmesi bu konuda yeterli olacaktır. Burada öğrenciyi ölçen şey ise açıklamadır. Öğrenci; elindeki verileri, bu hususta kullandığı formülleri ve metotları bilimsel bir dil ile makale tarzında sınav kağıdında sunması gerekmektedir. Bu hususta öğrencinin sınav kağıdında neyi belirttiği kadar neyi nasıl belirttiği ve neyi neden belirttiği de önem kazanmaktadır. Örneğin bir metnin dil üzerinden analizi isteniyorsa sözcük/cümle kullanımı, söz sanatları incelenir; eğer yapı üzerinden analizi isteniyorsa cümle uzunluğu, paragraf uzunluğu, paragraf sayısı incelenir. Bu örneği tümel olarak inceleyecek olursak, Alman eğitim sisteminde bir öğrenci elindeki verilerle hangi yöntemleri izleyip istenilen sonuca ulaşabileceğini öğrenmektedir.

   Üzülerek söylüyorum ki, bilginin kullanılması hususunda Türk eğitim sistemi bir hayli geride kalıyor. Bunun temel nedeni ise eğitim sisteminin merkezinde çoktan seçmeli sınav mantığının yatmasıdır. Öğrencilerimiz verilen şıklar arasından doğru şıkkı seçebiliyor ama şıksız bir soruda doğru sonucu bulacak, bulsa bile bu sonuca ulaşmak için izlediği yolları uygun bir dille açıklayacak bir birikim elde etmiyor. Kısacası öğrencinin elde ettiği birikim, bilgileri tüketmekte faydalı iken bilgi üretimi konusunda yetersiz kalıyor.

   İki eğitim sistemi arasındaki bu fark, eğitimin hayattaki yansımasında ortaya çıkıyor. Öyle ki, bir Alman öğrenci elindeki verilerle ulaşılması istenen sonuca belirli yöntemlerle ulaşmayı öğrenmiş iken bir Türk öğrenci elindeki verileri ve kullandığı yöntemlerin isimlerini, tarihini ezberlemiştir. Bundan dolayı Alman eğitim sisteminin hayattaki yansıması doğal olarak fazladır. Türkiye'de ise bu eksikten dolayı üniversite okumuş bilgili, birikimli gençlerimiz mühendis olarak fabrikada işe başladıklarında aldıkları eğitimle fabrikadaki iş arasında bağ kuramayıp işi işçiden öğrenmek zorunda kalıyorlar.

3. Merkezi Sınav

   Bundan önce de belirttiğim gibi öğrencilerin aldıkları eğitimin ölçülüp değerlendirilmesi için sınav şarttır. Ek olarak bir öğrencinin lisede geçirdiği 4 yıllık eğitimi nasıl değerlendirdiği için de genel,merkezi bir sınav yapılması şarttır çünkü okullarda öğretilen bilgi çeşidi sınıftan sınıfa değişebilecek bir rölatiflik göstermemektedir. Aynı zamanda birçok eğitim sisteminde de lise mezuniyet sınavı/üniversiteye giriş sınavı görüldüğünden bu gerçekliğin kabullenilmesi gereklidir.

   Ülkemiz bu gerçekliği çok rahat bir şekilde kabul etmiştir. Buna göre ülkemizde 2 aşamalı sınav sistemi uygulanmakta; bu sınavlara her sene 1 ile 2 milyon arasında insan girmektedir. Ne yazık ki, ülkemiz eğitim sistemi, merkezi sınav temelli bir eğitim sistemi olduğundan dolayı, öğrencilerin sınav dışı performansları bir değerlendirilme ölçütü olarak alınmıyor, başarıları 3 saatlik sınav sonucunda ölçülüyor.

   Peki, başka türlü nasıl olacak? Yaklaşık 1,5 milyon insanın eğitimini başka türlü nasıl adaletli bir şekilde ölçeceğiz?

   Almanya örneği üzerinden devam edeceğim: Alman eğitim sisteminin lisans yerleştirme sınavının ismi Abitur. Bu sınavda her öğrenci belirlenmiş bazı derslerden zorunlu olarak sınava girerken (Almanca, İngilizce, Matematik...), başka hangi derslerden sınava gireceğini kendisi seçiyor. Aynı zamanda seçtiği bazı derslerden de sözlü sınava tabii tutuluyor. Öğrenci her daldan tek tek 3 veya 4 saatlik sınava giriyor. Her sınav klasik olmakla beraber, öğrenci kendi okulunda, kendi sözlüğünü,formül kitabını ve kalemini getirerek sınava giriyor. Kopya halinde sınavı iptal oluyor fakat bundan önce de belirttiğim gibi Alman eğitim sisteminde bilgi düzeyinin pek önemi olmadığı için ( Formül kitabı ) ekstrem seviyede güvenlik önlemleri alınmıyor ve bunun sonucunda öğrenciler rahat ve huzurlu bir ortamda sağlam bir psikolojiyle sınava giriyor. Aynı zamanda öğrencinin son notu sadece Abitur sınavıyla değil, bundan önceki 2 senedeki not ortalaması ile birlikte Abitur sınav notunun ortalaması olarak alınıyor. Böylelikle Abitur sınavı kötü geçen öğrencinin bundan önceki emekleri onu belli bir seviyede tutuyor. Sınavlar, öğrencinin o dersteki öğretmeni ile ikinci bir öğretmen tarafından okunuyor ve öğrencinin sınav notu bu iki öğretmenin ortak kararıyla belirleniyor. Aynı zamanda öğrencinin Abitur notu hiçbir öğrenci ile kıyaslanmaksızın 6 üzerinden değerlendiriliyor ve öğrencinin Abitur notu verilen bu not oluyor.

   Tabii ki de Türkiye ile Almanya arasındaki kültürel, zihniyet ve eğitim anlayışından dolayı aynı sistemi almamız uygun olmaz hatta belki Abitur sistemi Türkiye'de adaletli bir şekilde işlemeyebilir. Fakat Abitur sisteminde görülüyor ki:
  1.  Eğitim sistemi öğrencisine güveniyor
  2.  Eğitim sistemi öğretmenine güveniyor
  3.  Öğrencinin sınav dışı emekleri de değerlendiriliyor
  4.  Yazılı ve sözlü sınavlarla tekdüze sınav sisteminden kaçınılıyor
  5.  Öğrencinin bireysel isteğinin sistemde yeri var  
  6.  Kıyas üzerinden değil, başarı üzerinden ölçme var.
   Bu 6 özellik de ne yazık ki Türk eğitim sisteminde görülmüyor. Bu özellikler kültür fark etmeksizin bir eğitim sisteminin başarılığını gösterir. Bu hususta yapılması gereken bu 6 özelliği içinde barındıran bir merkezi sınavlı, milli bir eğitim sistemi oluşturmaktır.

   Aynı zamanda belirtmek gerekir ki, Alman eğitim sistemi pozitivist, materyalist bir eğitim anlayışıyla öğrencilerini hayata hazırlamaktadır. Daha uygun bir eğitim sistemi elbette öğrencileri ahlak, edep, terbiye gibi konularda da hayata hazırlamalıdır. Öyle ki, kopya çektiğinde diğer arkadaşlarının hakkını yediğinin bilincinde olan bireyler yetiştirilebilsin aynı zamanda eğitim sistemi hem öğrencisine hem de öğretmenine güvenebilsin.