İnsanlar olarak
diğer biyolojik türlerin tarihsel gelişimini anlamlandırırken, o biyolojik
türlerin davranışlarını sadece nesnel ve genelleştirilebilir yönleriyle ele
alıyoruz. Kuş cıvıltılarını bir çiftleşme çağrısı, kurtların sürü halinde
yaşamını bir hayatta kalma yöntemi, erkek tavus kuşlarının rengârenk kuyruklarını
açmasını bir kur yapma hali olarak ifade ediyoruz. Belki de bir kuşun belirli
bir zaman ve mekân içerisindeki cıvıltısının amacı sadece ve sadece çiftleşme
çağrısı olmayabilir; fakat kuş cıvıltıları bütün öznelliğinden kurtulup
genelleştirildiğinde bu durumun kuş cıvıltısının anlamına bir etkisi olmaz.
Zira o durumda kuş, kendi cıvıltısına kendi anlamını vermiş olur. Biyolojik
türlerin davranış paternlerindeki genelleştirilebilir yönlerini alarak o
davranışın kendi içerisindeki anlamını buluyor ve bu düşünce biçimiyle bütün
biyolojik türlerin evrimleşme süreçlerini açıklayabiliyoruz.
Aynı zamanda güç,
mücadele, hayatta kalma ve türünü devam ettirme merkezli, öznelliğin bir anlam
ifade etmediği bu düşünce biçimiyle kendi türümüzü ele al(a)mıyoruz. Zaman ve mekân
genişlediğinde iyilik, güzellik, sevgi, fedakârlık, merhamet gibi öznelliklerin
tarihsel süreç içerisinde etkilerinin yok sayılabilir düzeyde az oluğunu bilmekle
beraber dar zaman ve mekân algısında – yani bireysel hayatlarımızda – evrimsel davranış
biçimlerinden uzak, genelleştirilebilir kalıpların dışında tutumlar
sergiliyoruz.
Varsayalım ki,
insan diğer biyolojik türlerden farklı olmasın ve evrimsel süreç içerisinde ele
alındığında insanların da davranışları genelleştirilebilsin ve en önemlisi de
genelleştirildiğinde elde kalan sebep sonuç zinciri hakikati temsil etsin.
Bu varsayımla birlikte insanlık tarihini ele almaya çalışalım:
İnsanlığın
gelişimindeki her bir aşamada; insanın, kendi güç alanına müdahil olan ve
belirli bir noktadan sonra güç alanını genişletmesine engel olan biyolojik,
toplumsal ve hatta kişisel gerçekliklerle mücadele ettiğini veyahut güç alanını
genişletmek için yeni bir toplumsal veya kişisel gerçeklik yarattığını
söyleyebiliriz.
İnsan, eşya
kullanarak biyolojik olarak kendisinden daha avantajlı diğer türlere karşı güç
alanı kazandı.
İnsan, birlikte
yaşayarak ve iletişim kurarak sürü halinde yaşayan diğer türlere karşı güç
alanı kazandı.
Kolektif güç, bir
araya gelmiş bireysel güçler topluluğundan daha büyük bir güç alanı sundu
insana. İş paylaşımı yaparak, iletişim kurarak, fazla üretimi paylaşarak
birlikte yaşayan insanlar sahip oldukları yeni ve geniş güç alanının
devamlılığını sağlamak için kendisine yeni bir gerçeklik yarattı: Toplum.
İnsanın güç
alanını genişletebilmesi için aynı amaç için birlikte iş paylaşımı yaparak
yaşamaları gerekiyordu. Bu nedenle insanların, bireysel güç mücadelelerinden
vazgeçip kolektif güç alanında birlikte çalışması gerekiyordu. Bunun için
insanın bireysel güç alanı dışında kolektif bir gücün var olduğunu, kolektif
gücün kendisi için daha yararlı olduğunu ve asıl olanın kolektif güç olduğunu
bilmesi, kabul etmesi ve ona göre yaşaması gerekiyordu.
Ne var ki insanların
toplum olarak aynı amaç doğrultusunda belirli bir kolektif gücün çatısı altında
yaşayabilmeleri, kendi bireysel güç alanlarından vazgeçip kendine ait olmayan
bir güç alanı için yaşaması insanın evrimsel süreciyle örtüşmüyordu. İnsanı evrimsel
sürecinin tersine, bireysel güç alanının ötesinde kendisine ait olmayan bir güç
alanı için, kolektif güç için, toplumun gücü için yaşamasına ikna etmek için
insan, kendine ikinci bir gerçeklik yarattı: Otorite.
Otoriteler ile
insan aynı amaç uğruna birlikte yaşayarak daha büyük bir güç alanı olan
kolektif güç alanını sürdürülebilir kıldı. Otoriteler iş bölümlerini belirledi,
kurallar koydu ve insanların toplum olarak yaşayışını düzenledi. İnsanlığın
gelişimi bu noktada artık hiçbir biyolojik türde görülmemiş bir yol
izleyecekti. Bireysel güç alanını genişletmenin insanlığın gerçekliğinde artık
yeri yoktu. Gücü merkezinde tutan insanın evrimsel gelişimi artık güç alanını genişletmek
üzerinden değil, güç alanının doğru yönetilmesi ve paylaştırılması üzerinden şekillenecekti,
yani Otoritenin doğru belirlenmesi üzerinden. İnsanı bir arada yaşamaya ikna
eden, kolektif güç alanı oluşturmasını sağlayan Otorite, oluşan kolektif gücün
doğru ve adil dağılmasından sorumlu olmalıydı.
İki tür Otorite
ortaya çıktı: Devlet ve Tanrı. İki Otorite de toplumsal yaşama düzenlemeler
getirip kolektif güç oluşturuyor, iki Otorite de kendini kolektif gücün sahibi
olarak görüyor, iki Otorite de oluşan kolektif gücün Topluma doğru ve adil dağılmasını
savunuyor ve kolektif gücün sahibi olarak bu sorumluluğu alıyordu. Aradaki fark
ise Devlet insana ait bir kavram iken Tanrı insan dışı bir kavramdı.
Dolayısıyla Devlet’te kolektif gücün otoritesi insanken, Tanrı bu otoriteyi
insandan devralıyordu. Otoriteler ile birlikte kazanılan kolektif güç Toplumda daha
doğru ve daha adil dağıtılması gerektiğinde Toplum, kolektif gücün otoritesini
Devlet’ten Tanrı’ya veriyordu. Ardından Tanrı’nın temsilcileri aynı toplum için
yeni bir Devlet ve yeni bir düzen kuruyor ve o Devlet de otoritesini adil ve
doğru kullanmadığı takdirde süreç yeniden başlıyordu.
Dolayısıyla Tanrı
otoritesi, Toplum için her zaman daha doğru ve daha adil bir otoriter düzenin
var olabileceği ihtimalini var kılıyordu. Tanrı’nın her zaman Topluma daha doğru
ve daha adil bir otoriter düzen sunabilme ihtimali, Tanrı’ya kolektif gücün
otoritesini mutlak suretle kazandırıyordu. Dolayısıyla asıl Otorite Tanrı’ydı.
Ne var ki, Tanrı’nın
var olması yani kolektif gücün otoritesinin insana değil Tanrı’ya ait olması,
insanın kendi tarihsel sürecindeki yolculuğu ile örtüşmüyordu. Eşya kullanan,
Toplum ve Devletler inşa eden insan bireysel veya kolektif güç alanını
genişletirken sahip olduğu gücün de otoritesine de talipti. Dolayısıyla insanın
evrimsel gelişimindeki bir sonraki aşama otoriteyi de Tanrı’dan devralırken
aynı zamanda Tanrı’nın ve Tanrı’nın temsilcilerinin insana sunduğundan daha
geniş bir kolektif güç ve daha doğru ve daha adil bir güç dağılımına ulaşmaktı.
İnsanın Tanrı ile
olan savaşı bir güç savaşı değil, otorite savaşı olacaktı. İnsan kendine,
kolektif gücün otoritesine kendisinin sahip olması gerektiğini ispatlamalıydı.
En başta Rönesans ile insan evreni, doğayı, Dünya’yı ve Dünya gerçeklerini
Tanrı’dan ve Tanrı’nın temsilcilerinden daha iyi bildiğini ve daha iyi
anladığını kendine ispatladı. Ardından Reform ile insan, toplumsal yaşamı Tanrı’dan
ve Tanrı’nın temsilcilerinden daha iyi kurgulayabileceğini kendine ispatladı.
Aydınlanma çağı ile insan, bireysel ve toplumsal ilkelerini, yaşam prensiplerini
Tanrı’dan ve Tanrı’nın temsilcilerinden daha iyi belirleyebileceğini kendine
ispatladı.
" Öyle davran ki davranışının temelindeki ilke, tüm insanlar için geçerli olan evrensel ilke veya yasa olsun." - Immanuel Kant
Bilgi, toplumsal
yaşam ve ilke düzeyinde Tanrı’nın otoritesini devralan insan, son olarak da
Sanayi Devrimi ile birlikte Tanrı’nın varlığının sunacağından daha da büyük bir
güç alanını insanlığa sunabileceğini kendine ispatlayınca Tanrı’nın insanın evrimsel
gelişiminde yeri kalmadı ve Tanrı Nietzsche’nin de dediği gibi öldü.
Dolayısıyla
Tanrı'nın doğuşuyla açılan çağ, Tanrı'nın ölüşüyle bitmiş oldu. Tanrı'nın
doğuşuyla gücün insana ait olduğu kanıtlanırken, Tanrı'nın ölüşüyle gücün
otoritesinin de insana ait olduğu kanıtlanmıştı.
İnsanlığın evrimsel
sürecine baktığımızda insanın güç alanının en fazla olduğu aynı zamanda sahip
olduğu gücün otoritesine tamamen hâkim olduğu tek süreç içerisindeyiz. Peki,
gelecek için de aynısını söyleyebilir miyiz?
Öncelikle insanın
Sanayi Devrimiyle birlikte insanların birlikte çalışarak oluşturduğu kolektif
güçten daha büyük bir güç alanı bulabilmesinin kaynağını düşünmemiz gerekiyor.
Eğer bu kaynak, gelecekte de var olmaya devam ederse bu sürecin gelecek için de
geçerli olmasını bekleyebiliriz.
Sanayi Devrimi
ile insan, insanlığın yakın tarihteki güç algısından farklı bir güç algısına
ulaştı. Güç alanını genişletmek için yakın tarihte en verimli yöntem olan insanların
birlikte çalışıp, kolektif güç oluşturması fikri, doğal kaynakların bilim ve
teknikle kullanılması sonucu en verimli yöntem olmaktan çıktı. Binlerce insanın
birlikte aynı amaç uğruna çalışarak oluşturdukları kolektif güç, bir buharlı
makinenin sahip olduğu teknik güçten fazla değildi. İnsanların kitle halinde
birlikte çalışmaları eskisi kadar büyük bir güç alanı oluşturmadığı için insanlık
olarak güç kazanmak için kitle halinde çalışan insanlara ihtiyacımız kalmadı,
yani kölelere. Dolayısıyla insanın güç kazanması için kolektiviteye ihtiyacı
kalmadı. Bununla beraber Otoriteler de insanın tarihsel sürecinde önemsizleşti.
Ne var ki, teknik
güç sadece ve sadece insana ait bir güç değil. Teknik gücün var olabilmesi için
doğal kaynakların var olması gerekir. Dolayısıyla insan, doğal kaynaklardan
teknik güç üretebildiği müddetçe kolektif güce ihtiyaç duymaz. Fakat şu bir
gerçek ki son kömür, son petrol, son doğal gaz tüketildiğinde insan, güç
üretebilmek için birlikte, aynı amaç için çalışmak zorunda kalacak. Dolayısıyla
doğal kaynaklar yok olduğu anda daha doğrusu insan, doğal kaynaklardan teknik
güç üretemediği anda tekrar kolektif güce ve dolayısıyla tekrar Otoriteye
ihtiyaç duyacak.
Bütün bu durum
gösteriyor ki, teknik gücün de otoritesi aslında insan değildi, aynı kolektif
güçte olduğu gibi. Teknik gücün otoritesi doğaydı. Günümüzde doğanın sahip
olduğu otoritenin gerçekçi bir karşılığını göremiyoruz çünkü teknik gücün otoritesinin
doğada olduğunun kabul edildiği bir senaryoda insanlık olarak güç alanımız daralıyor.
Dolayısıyla bu otoriteyi benimsemek, insanın işine gelmiyor. Ne var ki, insanın
teknik güç alanı doğa tükendikçe küçülecek ve en sonunda kolektif güçten daha
küçük olacak. Bu da demek oluyor ki, doğa yeterince tüketildiğinde insan,
teknik güçten kolektif güce geçiş yapmak zorunda kalacak ve dolayısıyla
kolektif gücün getirisi olan Otoriteye ihtiyaç duyacak. Özetle, insanın kendi
güç alanının otoritesine de sahip olması günümüz için geçerli (!) fakat gelecek
için genelleştirilemeyecek bir durum.
Gelecek için en
endişe verici unsur ise insanlığın, doğanın teknik güç içerisindeki otoritesini
kabullenmek için teknik güç alanının kolektif güç alanından daha dar olduğu anı
yani doğanın tükendiği anı beklemesi. Doğanın tükendiği noktada doğayı gücün
otoritesi olarak kabullenmek bir çözüm olmayabileceği gibi aynı zamanda
insanlığın tükenmiş bir doğada değil güç üretmek, var olabileceği bile büyük
bir soru işareti.
İnsanlığın
gelecekteki otorite savaşları belki de güç merkezli bir savaş değil, bir var
olma savaşı olabilir.
Fakat bu sefer insanlık
için kazanmak, otoriteyi kaybetmek anlamına gelebilir.
Peki, insanlık
şimdi ve hemen güç kazanmadığı bir senaryoda gelecekte var olabilmek için neden
gücünden ve gücünün otoritesinden vazgeçsin?
Kim bilir, belki
de vazgeçebilmesi için yeni bir Otoriteye ihtiyaç vardır?