8 Aralık 2019 Pazar

Güç


İnsanlar olarak diğer biyolojik türlerin tarihsel gelişimini anlamlandırırken, o biyolojik türlerin davranışlarını sadece nesnel ve genelleştirilebilir yönleriyle ele alıyoruz. Kuş cıvıltılarını bir çiftleşme çağrısı, kurtların sürü halinde yaşamını bir hayatta kalma yöntemi, erkek tavus kuşlarının rengârenk kuyruklarını açmasını bir kur yapma hali olarak ifade ediyoruz. Belki de bir kuşun belirli bir zaman ve mekân içerisindeki cıvıltısının amacı sadece ve sadece çiftleşme çağrısı olmayabilir; fakat kuş cıvıltıları bütün öznelliğinden kurtulup genelleştirildiğinde bu durumun kuş cıvıltısının anlamına bir etkisi olmaz. Zira o durumda kuş, kendi cıvıltısına kendi anlamını vermiş olur. Biyolojik türlerin davranış paternlerindeki genelleştirilebilir yönlerini alarak o davranışın kendi içerisindeki anlamını buluyor ve bu düşünce biçimiyle bütün biyolojik türlerin evrimleşme süreçlerini açıklayabiliyoruz.

Aynı zamanda güç, mücadele, hayatta kalma ve türünü devam ettirme merkezli, öznelliğin bir anlam ifade etmediği bu düşünce biçimiyle kendi türümüzü ele al(a)mıyoruz. Zaman ve mekân genişlediğinde iyilik, güzellik, sevgi, fedakârlık, merhamet gibi öznelliklerin tarihsel süreç içerisinde etkilerinin yok sayılabilir düzeyde az oluğunu bilmekle beraber dar zaman ve mekân algısında – yani bireysel hayatlarımızda – evrimsel davranış biçimlerinden uzak, genelleştirilebilir kalıpların dışında tutumlar sergiliyoruz.

Varsayalım ki, insan diğer biyolojik türlerden farklı olmasın ve evrimsel süreç içerisinde ele alındığında insanların da davranışları genelleştirilebilsin ve en önemlisi de genelleştirildiğinde elde kalan sebep sonuç zinciri hakikati temsil etsin.

Bu varsayımla birlikte insanlık tarihini ele almaya çalışalım:

İnsanlığın gelişimindeki her bir aşamada; insanın, kendi güç alanına müdahil olan ve belirli bir noktadan sonra güç alanını genişletmesine engel olan biyolojik, toplumsal ve hatta kişisel gerçekliklerle mücadele ettiğini veyahut güç alanını genişletmek için yeni bir toplumsal veya kişisel gerçeklik yarattığını söyleyebiliriz.


İnsan, eşya kullanarak biyolojik olarak kendisinden daha avantajlı diğer türlere karşı güç alanı kazandı.

İnsan, birlikte yaşayarak ve iletişim kurarak sürü halinde yaşayan diğer türlere karşı güç alanı kazandı.

Kolektif güç, bir araya gelmiş bireysel güçler topluluğundan daha büyük bir güç alanı sundu insana. İş paylaşımı yaparak, iletişim kurarak, fazla üretimi paylaşarak birlikte yaşayan insanlar sahip oldukları yeni ve geniş güç alanının devamlılığını sağlamak için kendisine yeni bir gerçeklik yarattı: Toplum.


İnsanın güç alanını genişletebilmesi için aynı amaç için birlikte iş paylaşımı yaparak yaşamaları gerekiyordu. Bu nedenle insanların, bireysel güç mücadelelerinden vazgeçip kolektif güç alanında birlikte çalışması gerekiyordu. Bunun için insanın bireysel güç alanı dışında kolektif bir gücün var olduğunu, kolektif gücün kendisi için daha yararlı olduğunu ve asıl olanın kolektif güç olduğunu bilmesi, kabul etmesi ve ona göre yaşaması gerekiyordu.


Ne var ki insanların toplum olarak aynı amaç doğrultusunda belirli bir kolektif gücün çatısı altında yaşayabilmeleri, kendi bireysel güç alanlarından vazgeçip kendine ait olmayan bir güç alanı için yaşaması insanın evrimsel süreciyle örtüşmüyordu. İnsanı evrimsel sürecinin tersine, bireysel güç alanının ötesinde kendisine ait olmayan bir güç alanı için, kolektif güç için, toplumun gücü için yaşamasına ikna etmek için insan, kendine ikinci bir gerçeklik yarattı: Otorite.


Otoriteler ile insan aynı amaç uğruna birlikte yaşayarak daha büyük bir güç alanı olan kolektif güç alanını sürdürülebilir kıldı. Otoriteler iş bölümlerini belirledi, kurallar koydu ve insanların toplum olarak yaşayışını düzenledi. İnsanlığın gelişimi bu noktada artık hiçbir biyolojik türde görülmemiş bir yol izleyecekti. Bireysel güç alanını genişletmenin insanlığın gerçekliğinde artık yeri yoktu. Gücü merkezinde tutan insanın evrimsel gelişimi artık güç alanını genişletmek üzerinden değil, güç alanının doğru yönetilmesi ve paylaştırılması üzerinden şekillenecekti, yani Otoritenin doğru belirlenmesi üzerinden. İnsanı bir arada yaşamaya ikna eden, kolektif güç alanı oluşturmasını sağlayan Otorite, oluşan kolektif gücün doğru ve adil dağılmasından sorumlu olmalıydı.


İki tür Otorite ortaya çıktı: Devlet ve Tanrı. İki Otorite de toplumsal yaşama düzenlemeler getirip kolektif güç oluşturuyor, iki Otorite de kendini kolektif gücün sahibi olarak görüyor, iki Otorite de oluşan kolektif gücün Topluma doğru ve adil dağılmasını savunuyor ve kolektif gücün sahibi olarak bu sorumluluğu alıyordu. Aradaki fark ise Devlet insana ait bir kavram iken Tanrı insan dışı bir kavramdı. Dolayısıyla Devlet’te kolektif gücün otoritesi insanken, Tanrı bu otoriteyi insandan devralıyordu. Otoriteler ile birlikte kazanılan kolektif güç Toplumda daha doğru ve daha adil dağıtılması gerektiğinde Toplum, kolektif gücün otoritesini Devlet’ten Tanrı’ya veriyordu. Ardından Tanrı’nın temsilcileri aynı toplum için yeni bir Devlet ve yeni bir düzen kuruyor ve o Devlet de otoritesini adil ve doğru kullanmadığı takdirde süreç yeniden başlıyordu.


Dolayısıyla Tanrı otoritesi, Toplum için her zaman daha doğru ve daha adil bir otoriter düzenin var olabileceği ihtimalini var kılıyordu. Tanrı’nın her zaman Topluma daha doğru ve daha adil bir otoriter düzen sunabilme ihtimali, Tanrı’ya kolektif gücün otoritesini mutlak suretle kazandırıyordu. Dolayısıyla asıl Otorite Tanrı’ydı.


Ne var ki, Tanrı’nın var olması yani kolektif gücün otoritesinin insana değil Tanrı’ya ait olması, insanın kendi tarihsel sürecindeki yolculuğu ile örtüşmüyordu. Eşya kullanan, Toplum ve Devletler inşa eden insan bireysel veya kolektif güç alanını genişletirken sahip olduğu gücün de otoritesine de talipti. Dolayısıyla insanın evrimsel gelişimindeki bir sonraki aşama otoriteyi de Tanrı’dan devralırken aynı zamanda Tanrı’nın ve Tanrı’nın temsilcilerinin insana sunduğundan daha geniş bir kolektif güç ve daha doğru ve daha adil bir güç dağılımına ulaşmaktı.


İnsanın Tanrı ile olan savaşı bir güç savaşı değil, otorite savaşı olacaktı. İnsan kendine, kolektif gücün otoritesine kendisinin sahip olması gerektiğini ispatlamalıydı. En başta Rönesans ile insan evreni, doğayı, Dünya’yı ve Dünya gerçeklerini Tanrı’dan ve Tanrı’nın temsilcilerinden daha iyi bildiğini ve daha iyi anladığını kendine ispatladı. Ardından Reform ile insan, toplumsal yaşamı Tanrı’dan ve Tanrı’nın temsilcilerinden daha iyi kurgulayabileceğini kendine ispatladı. Aydınlanma çağı ile insan, bireysel ve toplumsal ilkelerini, yaşam prensiplerini Tanrı’dan ve Tanrı’nın temsilcilerinden daha iyi belirleyebileceğini kendine ispatladı.

" Öyle davran ki davranışının temelindeki ilke, tüm insanlar için geçerli olan evrensel ilke veya yasa olsun."     - Immanuel Kant

Bilgi, toplumsal yaşam ve ilke düzeyinde Tanrı’nın otoritesini devralan insan, son olarak da Sanayi Devrimi ile birlikte Tanrı’nın varlığının sunacağından daha da büyük bir güç alanını insanlığa sunabileceğini kendine ispatlayınca Tanrı’nın insanın evrimsel gelişiminde yeri kalmadı ve Tanrı Nietzsche’nin de dediği gibi öldü.


Dolayısıyla Tanrı'nın doğuşuyla açılan çağ, Tanrı'nın ölüşüyle bitmiş oldu. Tanrı'nın doğuşuyla gücün insana ait olduğu kanıtlanırken, Tanrı'nın ölüşüyle gücün otoritesinin de insana ait olduğu kanıtlanmıştı.


İnsanlığın evrimsel sürecine baktığımızda insanın güç alanının en fazla olduğu aynı zamanda sahip olduğu gücün otoritesine tamamen hâkim olduğu tek süreç içerisindeyiz. Peki, gelecek için de aynısını söyleyebilir miyiz?


Öncelikle insanın Sanayi Devrimiyle birlikte insanların birlikte çalışarak oluşturduğu kolektif güçten daha büyük bir güç alanı bulabilmesinin kaynağını düşünmemiz gerekiyor. Eğer bu kaynak, gelecekte de var olmaya devam ederse bu sürecin gelecek için de geçerli olmasını bekleyebiliriz.


Sanayi Devrimi ile insan, insanlığın yakın tarihteki güç algısından farklı bir güç algısına ulaştı. Güç alanını genişletmek için yakın tarihte en verimli yöntem olan insanların birlikte çalışıp, kolektif güç oluşturması fikri, doğal kaynakların bilim ve teknikle kullanılması sonucu en verimli yöntem olmaktan çıktı. Binlerce insanın birlikte aynı amaç uğruna çalışarak oluşturdukları kolektif güç, bir buharlı makinenin sahip olduğu teknik güçten fazla değildi. İnsanların kitle halinde birlikte çalışmaları eskisi kadar büyük bir güç alanı oluşturmadığı için insanlık olarak güç kazanmak için kitle halinde çalışan insanlara ihtiyacımız kalmadı, yani kölelere. Dolayısıyla insanın güç kazanması için kolektiviteye ihtiyacı kalmadı. Bununla beraber Otoriteler de insanın tarihsel sürecinde önemsizleşti.


Ne var ki, teknik güç sadece ve sadece insana ait bir güç değil. Teknik gücün var olabilmesi için doğal kaynakların var olması gerekir. Dolayısıyla insan, doğal kaynaklardan teknik güç üretebildiği müddetçe kolektif güce ihtiyaç duymaz. Fakat şu bir gerçek ki son kömür, son petrol, son doğal gaz tüketildiğinde insan, güç üretebilmek için birlikte, aynı amaç için çalışmak zorunda kalacak. Dolayısıyla doğal kaynaklar yok olduğu anda daha doğrusu insan, doğal kaynaklardan teknik güç üretemediği anda tekrar kolektif güce ve dolayısıyla tekrar Otoriteye ihtiyaç duyacak.


Bütün bu durum gösteriyor ki, teknik gücün de otoritesi aslında insan değildi, aynı kolektif güçte olduğu gibi. Teknik gücün otoritesi doğaydı. Günümüzde doğanın sahip olduğu otoritenin gerçekçi bir karşılığını göremiyoruz çünkü teknik gücün otoritesinin doğada olduğunun kabul edildiği bir senaryoda insanlık olarak güç alanımız daralıyor. Dolayısıyla bu otoriteyi benimsemek, insanın işine gelmiyor. Ne var ki, insanın teknik güç alanı doğa tükendikçe küçülecek ve en sonunda kolektif güçten daha küçük olacak. Bu da demek oluyor ki, doğa yeterince tüketildiğinde insan, teknik güçten kolektif güce geçiş yapmak zorunda kalacak ve dolayısıyla kolektif gücün getirisi olan Otoriteye ihtiyaç duyacak. Özetle, insanın kendi güç alanının otoritesine de sahip olması günümüz için geçerli (!) fakat gelecek için genelleştirilemeyecek bir durum.


Gelecek için en endişe verici unsur ise insanlığın, doğanın teknik güç içerisindeki otoritesini kabullenmek için teknik güç alanının kolektif güç alanından daha dar olduğu anı yani doğanın tükendiği anı beklemesi. Doğanın tükendiği noktada doğayı gücün otoritesi olarak kabullenmek bir çözüm olmayabileceği gibi aynı zamanda insanlığın tükenmiş bir doğada değil güç üretmek, var olabileceği bile büyük bir soru işareti.


İnsanlığın gelecekteki otorite savaşları belki de güç merkezli bir savaş değil, bir var olma savaşı olabilir.

Fakat bu sefer insanlık için kazanmak, otoriteyi kaybetmek anlamına gelebilir.

Peki, insanlık şimdi ve hemen güç kazanmadığı bir senaryoda gelecekte var olabilmek için neden gücünden ve gücünün otoritesinden vazgeçsin?

Kim bilir, belki de vazgeçebilmesi için yeni bir Otoriteye ihtiyaç vardır?