20. Yüzyıl ortasında Yahudilerin toplama kampında balkondan dürbünlü tüfekle sabah egzersizi olarak öldürüldüğü dönemi ele alıyor Schindler's List. Modernizmin milletler arasındaki çizgileri en net şekilde vahşet ve öfkeyle çizdiği dönemi... Girdiği banyoda zehirlenerek öleceğini düşünen Yahudilerin, borulardan su aktığı ve ölmeyeceklerini anladıkları zamanki çaresizlik içerisindeki mutluluğunu işliyor filmimiz.
Tarihsel olarak 1930'lar sonrası uluslararası ilişkilerin neredeyse hiç olmadığı kadar düz ve net fakat bir o kadar da öfkenin, zulmün ve vahşetin palazlandığı ilişkiler dönemi. Öyle ki, bir Alman subayının gerçekten Yahudilerin bir fareden farklı olup olmadığını, aşık olduğu kadının bir fare mi yoksa bir insan mı olduğunu sorgulayamadığı kadar kalıpların net bir şekilde belirlendiği dönemler. Filmde ise bu dönemler adeta yüzümüze çarpılıyor. Çok değil 70 yıl önce insanlığın bu halde olduğunu görmek insanı hayrete düşürüyor.
Bir sahnede Alman subay, keyfine göre 40 Yahudi arasından 25'inin kafasına sıkıp öldürüyor. Kalan 15 Yahudi ayakta hazırolda bekliyor. Başka bir sahnede ise yine Alman subay bir Yahudi'nin kafasına silah dayıyor, silah 3 kez tutukluk yapmasına rağmen Yahudi hala ve hala Alman subayın merhametine hayatını teslim ediyor. Peki bu acizlik niye? Sonuçta tarihte kafasına silah dayanan tek insanlar Yahudiler değilken, kafasına silah dayanmış bir Yahudi'nin hareketsiz durması bu filmde neden bu kadar bariz? Bir insan neden öleceğini bildiği halde hayatı uğruna savaşmaz? Neden kendi ayaklarıyla gaz odasına sürü halinde yürür? Güce tapmak, güce sahip olana tapmaktır ve sonu güce merhamet dilenmektir.
Ardından Mekke'de Müslümanların ölüm tehdidi karşısında Allah'a şirk koşabilme hakları aklıma geldi, sonrasında Medine'de savaşlarda bütün Müslümanlar ölüm tehdidi karşısındayken bu sefer savaştan dönmenin Allah'a şirk olduğu. Bu iki olay arasındaki fark, ilkinde Müslümanın birey olması ikincisinde de toplum olması olmalı. Yahudi olmak, birey olmak; Yahudileşmek bireyselleşmek olsa gerek. Bizlerse bireyselleşiyor, Yahudileşiyor ve katliama hazır hale getiriliyoruz.
Filmde Macaristan'dan gelen Yahudiler için toplama kampında yer açılması gerekiyor. Yahudiler bir bir soyulup, bedenlerinin iş yapabilme kapasiteleri ölçülüyor. Bedeni ağır koşullar altında çalışmaya elverişli olmayanlar; kıyafetlerini bile giymeden gaz odasına gidiyorlar. Diğerleri ise günde 16 saat çalışmayı ve 1000 kişiyle beraber uyumayı tekrardan hak ettikleri için yüzlerinde gülümseme ile kıyafetlerini giyiyor. Ardından aklıma bir otomobil fabrikasında iş bulan bir mühendis geldi. Senelerce o fabrikaya hizmet etmek için eğitim görmüş, tecrübe için karşılıksız çalışmış, bir bir incelenmek için CV'sini en ince detayına kadar yazıp teslim etmiş ve ne yazık ki işe girince de yüzünde gülümseme ile gömleğini giymiş, kravatını takmış bir mühendis. Mecazen bakıldığında, bu mühendisin toplama kampında çalışan bir Yahudi'den farkı var mı? Bizim toplama kampında çalışan bir Yahudi'den farkımız var mı? Yahudilerin ölüm tehdidiyle yaptığı bütün bu işleri, biz neden gönüllü olarak bile isteye yapıyoruz? Neden sömürülmek için yarışıyoruz? Ölümden daha çok neyden korkuyoruz?
30 Mayıs 2017 Salı
Bir Film Analizi - Fight Club
Önsöz
Deklerasyon şeklinde yazdığım yazılar her ne kadar düşüncelerimi yapısal ve kavramsal olarak ifade etmemi sağlıyorsa da, düşüncelerimin açığa vurulmasındaki sürekliliğe ket vurduğunu gözlemledim. Öyle ki; yazıya dökmek istediğim düşüncelerim, hem düşüncelerimi ifade edecek kavramsal altyapıyı henüz oluşturamadığımdan hem de yazıya başlama cesaretini kendimde bulamadığımdan birer birer içime hapsoluyor. Bu bağlamda yazmak için yüksek kavramsal seviye ve cesaret gerektirmeyen fakat aynı zamanda düşüncelerimi ifade edebildiğim bir çözüm olarak film eleştirisi yapmaya karar verdim. İlk olarak "Chappie" filmiyle başladığım film analizini "Bir Film Analizi" serisi içerisinde devam ettirerek ve yaygınlaştırarak blogumun ve eleştirel düşünce dünyamın bir parçası haline getirmeyi hedefliyorum. Yoğun anlam temelli yazılarımın oluşturduğu kasvetli blog ortamını askıya alıyor, iyi okumalar diliyorum.Bir Film Analizi - Fight Club
"Man is what we are." cümlesi ile birbirine sıkı sıkı sarılan iki erkeğin sahnesiyle başlıyor hikayemiz. Edward Norton'ın oynadığı başrolümüzün ismi filmde geçmediği için artık başrolümüzün ismini "Edward" olarak yazacağım. Bu iki erkekten biri Edward diğeri Bob. İlk sahne olarak; bir testis kanseri terapi grubu ve yüksek östrojen kaynaklı büyük göğüslere sahip Bob'un seçilmesi gerçekten dikkat çekici bir detay. Tyler'ın babasının önce okuması, sonra iş bulması sonra da evlenmesini öğütlemesi üzerine Tyler'ın "Bizler kadınlar tarafından yetiştirilmiş bir nesiliz, ihtiyaç duyduğumuz diğer insan bir kadın değil" cümlesi modern dünya erkeğinin erillik problemine güzel bir atıf.
Açıkça yapılan kapitalizm ve tüketim eleştirisini ise görmemek neredeyse imkansız. Örnek olarak:
-Edward'ın, IKEA'dan döşediği apartmanını ev yapımı dinamitle patlatıp harabe bir evde minimalist yaşama başlaması. Bu davranış biçimi popüler ve yüzeysel kapitalizm eleştirisinin bir çıktısı ne yazık ki.
-Edward'ın mesleğinin; insanların içinde yanarak öldüğü arabaları, şirketin karına göre piyasadan çekilmesi üzerine olması.
-Tyler'ın zengin kadınlara kendi yağlarını sabun olarak geri satarak kendince kapitalizmden intikam alması.
-Edward'ın, IKEA'dan döşediği apartmanını ev yapımı dinamitle patlatıp harabe bir evde minimalist yaşama başlaması. Bu davranış biçimi popüler ve yüzeysel kapitalizm eleştirisinin bir çıktısı ne yazık ki.
-Edward'ın mesleğinin; insanların içinde yanarak öldüğü arabaları, şirketin karına göre piyasadan çekilmesi üzerine olması.
-Tyler'ın zengin kadınlara kendi yağlarını sabun olarak geri satarak kendince kapitalizmden intikam alması.
Filmde "dibe vurmak" önemli bir rol oynuyor. Modern dünyanın meşguliyetiyle yaşadığını hissedemeyen erkekler; acı çekerek, ölümle yüz yüze gelerek, dayak yiyerek ve dayak atarak yani dibe vurarak ve dibe vurdurarak yaşadığını hissediyor. Özellikle Tyler,Edward ve iki yoldaşın arabayla bile isteye kaza yaptıkları sahne çok etkileyiciydi. Tyler'ın yoldaşlara; onların ölmeden önce ne yapmak istediklerini sorması üzerine yoldaşların direk "Otoportremi çizmek" ve "Ev inşa etmek" cevaplarını vermesi sahnede dikkat çekici bir dialog idi. Bu kadar emin fakat bir o kadar da basit ve değersiz istekler...
Değere tekabül etmeyen ve hak talep eden her düşünce tarzı gibi Fight Club'ın da sonu ayrışmaya ve çatışmaya çıktı. Gerek eril hissedememe üzerinden gerekse dayatılan yaşam tarzı üzerinden yapılan sistem eleştirisi tepkisel düzeyde olduğu için sistemden ayrışamıyor ve ne yazık ki tepkileri de dişil bir hale bürünüyordu. Ne var ki, tepkisel olsa dahi bir ideolojinin oluşumundaki aşamalar, verilen "basit" emekler ve bunların bütününün oluşturduğu güç beni fazlasıyla hayrete düşürdü.
Sisteme karşı olabilmek için yeni bir insan yaratma ve yarattığı insanın davasına inanmak da, insan psikolojisinin bir mucizesi olsa gerek. Bu bağlamda büyük isyanların, büyük davaların acaba ne kadar o insana ait olduğunu düşünüyor insan. O insana mı ait, yoksa o davaya ait olduğunu düşündüğü insana mı ait? Çünkü bu filmde bu iki insan arasındaki fark, patolojik olarak ele alınmış olsa da, yeterince güzel anlatılmış.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)